Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde geçtiğimiz hafta yapılan seçimlerin sonuçlarına dair tartışmalar uzun süredir devam ediyor. Bu seçimlere dair siyasi analizimi son yazımda bu köşede yapmıştım.
Lakin Kıbrıs üzerine konuşup düşünürken de konunun esas önemli boyutunu toplumsal ve kültürel boyutların teşkil ettiğini belirtmek gerekiyor. Hem Kıbrıs'ta, hem de İngiltere'de çokça denk geldiğim üzere özellikle bazı Kıbrıslı gençlerde Türklük şuuru ve Türkiye'ye olan ahde vefa duygusu konusunda bazı sorunlar görülebiliyor.
Kökenleri yaklaşık beş asır önceki fetihten sonra Anadolu'dan alıp yerleştirdiğimiz Türkmenlere dayanan Kıbrıs Türklerinin azınlıkta da olsa bazı kesimlerinin Türklük şuurundan biraz olsun uzaklaşmış olmasının arkasında analiz edilmesi gereken tarihsel, toplumsal ve kültürel dinamikler bulunuyor.
Burada üzerinde durulması gereken birkaç nokta bulunuyor.
Bunlardan birincisi maalesef Kıbrıs'ı yaklaşık seksen sene himayesi altında tutan İngiliz sömürgeciliği dönemi. Himayeleri altında tuttukları her yerde yaptıkları gibi sömürgeciler kendi sömürge düzenlerini meşrulaştırmak ve yeniden üretmek üzere bir kültür ve eğitim politikası inşa etmişlerdir. Bu politikanın esasını da Batı'nın kültürel, epistemik, ideolojik, söylemsel, politik ve kurumsal üstünlüğünü inşa edecek bir Batı kültürel hegemonyası teşkil eder. Kendi kimliğinden, inancından, kültüründen, değerlerinden yoksunlaştırmaya çalıştıkları halkları hafızasızlaştırmaya gayret ederek kendi üstünlüklerine rıza gösterecek hale getirmeye çalışırlar. İngilizler bunu Kıbrıs'ta da uygulamış, dahası buna bir göç politikası da ekleyerek Kıbrıslı Türklerin İngiltere'ye işgücü olarak gitmelerini teşvik ederek Kıbrıs'taki Türk nüfusunu azaltmaya çalışmıştır. Hem kültür hem de göç politikası bakımından da özellikle elitler düzeyinde bazı neticeler de almıştır.
Bunlardan ikincisi ise, 1974 öncesi Rumların soykırım girişimine maruz kalan Kıbrıslı Türklere Türkiye'den gönderilen öğretmenlerin, yönlendirilen eğitim ve kültür politikasının önemli oranda Batıcı-solcu bir çizgide olması ve yersiz, lüzumsuz bir "barış" söylemi adı altında Türklük şuurunu yeterince verecek güçlü bir içerikte olmamasıydı.
Üçüncüsü ise Mehmet Ali Talat döneminde bir marifetmiş gibi, zaten hali hazırda sorunlu olan tarih kitaplarından 1974 öncesine ve Rumların katliamlarına değinen ifadelerin çıkarılmasıydı. Arada yıllar geçtikten sonra (herhalde sonuçlarını görünce) Talat bunun yanlış olduğunu itiraf etmişti.

4