Gündelik hayatın sosyolojisi
Bazen dünyadaki büyük dönüşümleri, krizleri, savaşları mücadeleleri konuşurken gözümüzün önündekini görmeyebiliyoruz. Ülkedeki politik tartışmaları, seçimleri, polemikleri, kutuplaşmayı gündeme alırken esas gündemi ıskalayabiliyoruz. Üstelik aslında dünyadaki o devasa gündem maddelerinin izdüşümünü o "esas" gündem maddesinin teşkil ettiğini de ıskalayabiliyoruz.
Zaman zaman bu köşede değindiğim gündelik hayat konusu bu esas gündem maddelerimizin başında geliyor.
İstanbul'un, Ankara'nın belli kafelerini dolduran gençlerin konuşmalarının içeriğine biraz kulak kabartmak enteresan verilerle bizi karşı karşıya bırakabiliyor. Her birinin adı saçmasapan ecnebi kelimelerden oluşan kafelerin bu kadar çok sayıda açılmış olmasına rağmen yine de bu kadar hınca hınç dolu olmasını da ayrıca konuşmak gerekiyor.
Gençlerin ve orta-yaşlı beyaz yakalıların önemli bir kısmının konuşmalarının içeriği ise "gitmek"le alakalı. Yurtdışına gitmek... Bunun bu kadar yaygın bir sohbet konusu olması can sıkıcı ve korkutucu.
Aslında bunun ekonomik koşullarla ve hayat pahalılığı ile ilgili olduğu varsayımı da tek başına doğru değil. Çünkü Türkiye'nin üst gelir gruplarına mensup, hayat pahalılığı gibi dertleri olmayan insanların bu eğilime (üstelik daha da fazla) sahip olduğu görülüyor. Demek ki konu ekonomik olduğundan daha çok kültürel. Üstelik ne Türkiye ile ilgili olumsuz kanaatler hakikat ile doğrudan ilişkili ne de Batı ile ilgili abartılı algılar...
İşte bu noktada bir kültürel hegemonya tartışması karşımıza çıkıyor. Neyin idealize edileceği, neyin arzulanacağı, neyin hayalinin kurulacağı da bir toplumsal inşa sürecidir ve her toplumsal inşa sürecinde olduğu gibi bir hegemonya mücadelesi sonucunda gerçekleşir.
Bilhassa 2013'lerde başlayan, 15 Temmuz'dan sonra da artan bir şekilde "Türkiye'de yaşanmaz" kampanyalarının yapıldığına şahidiz. Önemli bir kısmı yabancı sosyal medya mecralarından ve fonlanmış platformlardan üretilmiş bu söylemin maalesef belli oranda karşılığının alındığı görülebiliyor. Zaten hali hazırda iki asırdır hakim olan genel özgüven problemimizin ve geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz merhum Mehmet Doğan'ın kavramıyla söylersek "Batılılaşma ihaneti" etkisiyle yaşadığımız travmanın oluşturduğu bir zeminin üzerine bu sistematik kampanya eklendiğinde vaziyet bu hale gelmiş belli ki.
Bu konuşmalardaki diyaloglara baktığımızda özellikle Türkiye ile ilgili konuşurken takınılan o küçümseyici ve alaycı jest ve mimiklerin varlığı ise aynı zamanda Türkiye'yi kötüleyerek "ben aslında bu ülkeye fazlayım, buradakilerden üstünüm" kompleksine de dayanıyor. Bu hastalıklı tavrın gözlere sokulurcasına sergilenmesi ise belli ki bir yandan da tuhaf bir statü edinim çabası. Ülkesini küçümseme halinin teşhirinin bir statü edinimine yol açabilmesinin sanılması bile tek başına üzerine tez yazılacak bir konu.