Dubai çikolatası

Son günlerde büyük oranda sosyal medyada yaygınlaşmaya başlamış bir tüketim akımıyla karşı karşıya kaldık. İçi antep fıstığı kremasıyla dolu bir çikolata Dubai'den başlayarak dünyada popülerleşti. "Dünyada" diyerek genelleştiriyoruz ama bu akımın en çok Ortadoğu'da ve de bilhassa da Türkiye'de bir tüketim çılgınlığına dönüştüğünü görüyoruz.

O kadar ki bu çikolatayı yapan dükkanların önünde metrelerce kuyruklar oluşuyor, tüm çikolata üreticileri benzerlerini art arda piyasaya sürmeye başlıyor...

Fiyatları da gayet yüksek olan bu çikolataya olan rağbet de en çok İstanbul'un, Ankara'nın gelir seviyesi yüksek ve gayet "Batıcı" bir kültürün hakim olduğu semtlerde görülüyor.

Sabah akşam Arapları, Ortadoğu'yu aşağılayan kesimlerin kapıldığı ilk arabesk akım elbette bu değil. Ama tartışmak istediğim esas olarak bu "tüketim toplumu" hali. Dahası kimin bu modayı nasıl belirlediği, CV'leri diplomalarla, kariyerleri üst düzey beyaz yaka pozisyonlarla dolu yığınları nasıl böylesine "sürü"leştirebildiği...

Bu noktada bu konu üzerine bazı sosyolojik çıkarsamalar yapmaya çalışanlar da görülüyor ama ne sosyoloji literatüründen ne de metodolojisinden haberlerinin olmadığı da görülüyor. Modern öncesi insanların ancak çok uzun saatler belki de günler boyunca ürettikten sonra tüketebildikleri ürünlerin modern sanayi toplumunda neredeyse yarım saatte tüketilebilir hale gelmesi elbette tüm beşeri düzeni ve ilişkileri kökünden değiştirdi.

Bu noktada Marx'ın küçük burjuvazinin kendisini "meta fetişizimi" üzerinden toplumsal olarak gerçekleştirdiğinden bunun da işçi sınıfına yansıyan yönünü de kapsayarak bir yabancılaşma sürecini ortaya çıkardığından bahsetmesi akıllara geliyor.

Yine Veblen'in tüketim üzerinden bireylerin veya zümrelerin statü inşa ettiklerini bu yüzden ihtiyaç duyulmayan metaların bir gösterişçi tüketim süreciyle tüketilmesinin ortaya çıktığına dair fikirleri bugünkü belli merkezlerden belirlenmiş tüketim akımlarının veya marka fetişizminin kaynağını açıklıyor.

Bu bağlamda Belk'in dediği gibi her tüketim bir mesajı da içeriyor ve bu tüketimle başkalarına "ben bunu tüketebilecek güce, statüye, görgüye, zevke sahibim" mesajının verildiğini söylüyor.

Marcuse bir yandan çalışma hayatının disipline ettiği insanların tüketim alanını bir özgürlük alanı gibi algılattığını söylerken diğer yandan da Baudrillard bunun bir özgürlük yanılsaması yarattığını, tüketim sürecinin bir ev ödevine dönüştüğünü söylüyor.

Bu tam da bugünü özetlemiyor mu Instagram'daki üç tane 'influencer' paylaştı diye adeta kutsal bir vazife gibi o 'influencer'ların yaptıklarını sürü halinde taklit edenler yok mu Ritzer'in tüketim katedralleri dediği yerlere büyük bir itaatle gidip servetlerini bu oluşturulmuş modalar için harcayanlar sonra bir kafeye oturup "bu ülkeden bir şey olmaz, millet cahil" sohbetleri yapanlar değil mi Hiç kimseyi beğenmeyip herkesi aşağılayan ama algıları, beğenileri, tercihleri belli merkezlerden belirlenen kitleler yok mu