Bir Amerikan başkanı neden öldürülür

Dünyanın her bakımdan en güçlü devletinin seçilmiş başkanlarının başına bu kadar suikast veya suikast girişiminin gelmiş olması tuhaf değil mi ABD'nin son seçilmiş başkanı Trump'ın mucize eseri kurtulduğu son suikast girişimi de düşünüldüğünde bu tuhaflığın hala bugün de devam ediyor oluşu durumu daha da tuhaflaştırmıyor mu

Trump'ın suikasttan kurtulup başkanlık koltuğuna oturduğu ilk gün imza attığı kararnamelerden birinin geçmişteki suikastlara dair belgelerin açıklanması ile ilgili olması ise Trump'ın hem kendisine düzenlenen suikast girişiminin peşini bırakmayacağını hem de kendisini öldürmek isteyen esas yapının kim olduğunu bildiğini gösteriyor.

Peki, Trump'ı kim mi öldürmek istedi

İmza attığı kararnamede belgelerini açıklayacağı John F. Kennedy, Robert F. Kennedy ve Martin Luther King'i kim öldürmek istediyse işte o aynı yapı Trump'ı öldürmek istedi.

Peki, nasıl bir yapı bu

Bu noktada makarayı en başa saralım ve 1963 yılına gidelim.

Amerika'nın ilk Katolik başkanı, üçüncü kuşak İrlanda göçmeni bir ailenin evladı olan John F. Kennedy belki de ABD'nin o güne kadar gördüğü en sıra dışı başkanlardan biriydi. Daha senatörlük günlerinden itibaren Siyahların eşit haklar talebine verdiği destekle biliniyordu.

O günlerde beyazlarla aynı tuvalete gidemeyen, okullarda aynı sıralarda oturmalarına izin verilmeyen, aynı otobüslerde veya otobüslerin aynı koltuklarında bulunmaları yasaklanan ve her türlü kötü muameleye, şiddete, ayrımcılığa maruz kalan siyahların eşitlik taleplerini destekleyen çok da fazla politikacı bulunmuyordu. Bu hakları savunduğu için sadece Cumhuriyetçiler'den değil, kendi partisi olan Demokrat Parti'den de büyük tepki görüyordu. Haksız yere hapse atılan siyah lider Martin Luther King'i daha senatörken hapishaneden çıkarmıştı. Başkan seçildikten sonra da bu ayrımcılıkla mücadele edip devrim sayılabilecek değişiklikler yaptı. İşte bu, Amerikan bürokrasisi, yargısı, siyasal elitlerine yani yerleşik düzene karşı önemli bir meydan okumaydı.

Sonrasında yapacakları bu müesses nizamı daha da kızdıracaktı.

Küba'da devrim olup Castro iktidarı kurulduğunda ABD'nin burnunun dibinde bir Sovyet müttefiki ortaya çıkmış ve Sovyetler nükleer füzeler başta olmak üzere Küba'ya ABD'yi tehdit edecek bir askeri unsur yerleştirmişti. ABD'nin müesses nizamı tümüyle Küba'ya ve dolayısıyla da Sovyetler'e dönük bir askeri müdahale baskısı yapıyor, bunun için kamuoyu oluşturuyordu. Dünyada nükleer bir savaşın çıkmasına ramak kalmıştı. Tam o noktada Kennedy tüm baskılara direndi ve Sovyet lider Krusçev'le bir diplomasi yürüterek tansiyonu düşürdü. Bu, bir yandan Türkiye'yi de ilgilendiriyordu zira Küba'nın vurulmasına misilleme olarak Sovyetler de Türkiye'deki ABD üslerini vurmakla tehdit ediyordu. İşte bu süreç ABD'nin tüm savaş ekonomisini, istihbarat ağını, Pentagon'u, siyasal ve bürokratik elitleri ciddi oranda öfkelendirmişti. Halk barıştan dolayı memnundu ama zaten C. Wright Mills'in tabiriyle ABD'nin iktidar elitleri ABD halkını temsil etmiyordu.