90 yıl sonra Yusuf Akçura ve Üç Tarz-ı Siyaset

İmparatorluğun son yılları... Bir yandan Batılı devletler diğer yandan Rusya İmparatorluğumuza saldırıyor, azınlıkları kışkırtıyor, asırlarca yönettiğimiz topraklarımız elimizden çıkıyordu.

Batı sömürgecilik ve sonrasında sanayi devrimi ile ekonomik anlamda güçlenirken, Türkiye ekonomik olarak da çok zayıflamış, sömürgecilik yapmadığı dolayısıyla sermaye birikimi oluşturamadığı için Batı'nın üretim gücü karşısında duramaz hale gelmişti. Bu imparatorluğun nüfusunun da erimesine sebep olmuştu. O kadar ki tek başına Ruslar 1. Dünya Savaşı'nda Türk Ordusu'nun birkaç katı büyüklüğünde bir ordu çıkarmıştı.

İşte bu dönemde çıkış yolları aranmaktaydı. Tüm o çöküşe rağmen imparatorluğun kültür ve medeniyetinin büyüklüğünden hala bir şeyler kalmış, çok nitelikli okul ve eğitim sisteminden iyi devlet adamları ve aydınlar yetişmeye devam etmişti. Çok canlı ve zengin bir fikir hayatı bulunuyordu. Buna 2. Meşrutiyet Dönemi'nde zengin birçok partili siyasal hayat da eklenmişti. O kadar ki bu zenginliğe biz ancak tekrar 1950'den sonra tekrar ulaşabilecektik... İşte bu devlet adamları ve aydınların tek bir meselesi vardı: Devleti kurtarmak.

Tam o dönemde Rusya'nın esaretinde kalmış kuzeydeki Tatar Türklüğü'nün önemli ailelerinden birinin evladı olarak dünyaya gelen ve çocukken İstanbul'a yerleşmek zorunda kalan Yusuf Akçura da İmparatorluğun bu zengin fikir hayatının önemli isimlerinden biri olacaktı.

Mücadelelerle dolu bir hayata önemli fikirler ve eserleri de sığdırmıştı. Bunların belki de en çok bilineni Kahire'de çıkan "Türk" Gazetesi'nde yayımlanan seri makalelerden oluşan "Üç Tarz-ı Siyaset"ti.

İmparatorluğun çıkış yollarına dair siyasi akımları ve fikirleri tasnif ettiği bu makale hem Türk siyaset literatüründe bir kilometre taşı olacaktı hem de içerikte yaptığı tartışmayla imparatorluklar çağının bittiği ve dolayısıyla İmparatorluğun artık millî-devlete geçişinin zamanının geldiği bir süreçte Türk milliyetçiliğinin fikri zeminini oluşturanların öncüleri arasında yer alacaktı..

Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük diye tasnif ettiği fikirleri uzun uzun iç politik, dış politik ve sosyolojik boyutlarıyla tartışıyor; Osmanlıcılığın neden iflas etmeye mahkum olduğunu, İmparatorluk bünyesindeki gayrimüslim tebaayı ikna edemediği gibi daha da ayrışmaya teşvik ettiğini, İslamcılığın da bilhassa hem Müslüman sömürgelere sahip Batılı güçler ve hem Rusya tarafından müsaade edilmeyecek bir dış politik konjonktüre sahip olduğunu söylüyordu. Tüm bu tartışmaları yaparken devlet adamlarının konjonktür itibarıyla bu fikirlerin her birini dönem dönem kullanmak durumunda kaldığı da ortaya çıkmış oluyordu.