Bilmek Yükünden Bilmemenin İlmine
Bazen doğru yeri bulmak için yanlış yerde durmak gerekir.
Flaubert'in aşk tanımı merak duygusu üzerine şekillenir, ilk okuyuşumdaki o baş döndürücü etki tüm yoğunluğuyla devam ediyor: "Birine karşı ansızın merak duymaya başlarsınız, korkunç bir merak. Onu tanımak, onunla doğmak, dünyaya onunla yeniden gelmek istersiniz. Bu yüzden aşka en uzak cümle senden nefret ediyorum değil, artık bilmek istemiyorumdur."
İnsana adı merak olan önemli bir dürtü bahşedilmiş. Merak kendini geliştirmeye, dönüştürmeye, yenilemeye, kişiler gibi nesneleri de tanıyıp tanımlamaya matuf olduğunda güzel. Bir diğerini hayatının merkezine alıp aşkın ve rahatsız edici bir ısrarla onu irdelemeye vardığında, kendini terk edecek kıvama ulaştığında sakıncalı. Zira bazı meraklar, tahakkümün esareti altında büyüyen direnişlerle hayatı alt üst edecek bir seviyeye erişebiliyor ve önemli kavşakların taşıdığı yol işaretleri üzerinde durup oradan dönmemek de her zaman selametle neticelenmeyebiliyor. Hemen pek çoğumuz merakın cazibesine aldanıp bizi yıkıma sürükleyen o sürecin basamaklarından çıkmışızdır. İçsel sesimiz "oraya girme, kaldıramazsın" dediği hâlde çocuksu bir inada, murat diye tutunmuşuzdur. Bu girişim hamlesi salt merakın, hikmetini ölçmeye, uzun vadedeki hayrını görmeye muktedir olamayacağımız kimi hususlarda güzel olmadığını yeniden hatırlatsa da öyle bir ânın yangınına tutulmuşuzdur ki, ardından gelecek nice yağmurla teselli bulamamışızdır. Ancak işte tam orada öğreniriz, bazen sırrın duvağını açmadan usul adımlarla geçip gitmeyi bilmek gerekir. Bazen yangını gönle sıçramadan parmak uçlarımızı tutuşturan o demir perdeden ellerimizi sessizce çekmek gerekir.
Hızır ile Musa'nın yolculuğundan mirastır kodlarımıza işlenen bu öğreti esasında.
"Allah bana bir ilim vermiştir, o sende yoktur. Sana da bir ilim vermiştir, o da bende yoktur." diyen Hızır'a yöneltilen ve nice sorunun ilk halkasını teşkil eden bir coşku hamlesi gelir Musa Peygamber'den "Allâh'ın sana öğrettiği ilim ve hikmetten bana da öğretmen için sana tâbî olabilir miyim (Kehf, 66)". Hızır'ın dudaklarında hikmetli bir tebessüm belirir; "Doğrusu sen, benimle beraberliğe sabredemezsin. İç yüzünü kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredersin (Kehf, 67-68)" İnat ısrarla, ısrar sabırsızlıkla neticelenir. Sağlam geminin delinişi, erkek çocuğun öldürülüşü, kendilerine iyi davranmayan köy halkının duvarlarının ücret alınmadan tamir edilişi ve her birinin ardından gelen, içten içe kaynayan, merakına mağlup düşen üç büyük soru...
"Ben sana, benimle beraberliğe sabredemezsin, demedim mi"
Bazı bilmelerin yurdu çetindir; oraya sarp yokuşlardan, boranlardan, insafsız kıştan, sızıdan, sabırdan geçerek, kor ateşte pişerek gidilir, o bilmeler derinlik olarak, tecrübe olarak geri döner insana. Bazı bilmekler ise hayırdan çok şer getirir. Nitekim pek çok bilmenin kaldırılamadığı dünya hayatında göz her şeye muktedir değildir. Öyle ise yüreğin sezgiyle dokunduğu pek çok hakikatten gözün özgür kılınması bir hikmetin şerhi değil midir Bütün bunlara ilave olarak bazı bilmeler de faydasızdır. Kalbe katkı sağlamaz. Hazreti Mevlana, gemi kaptanına karşı ilmiyle üstünlük sağlamaya çalışan ve batmakta olan gemide bilgisinin yetersizliğiyle yüzleşirken onu denizin sularına kaptıran bir nahivin (dilbilgisi âlimi) hikâyesini ne ibretli anlatır. Zira gemi batarken kişiye gerekli olan dilin incelikleri değil, yüzme bilgisidir. Nasıl ki duymamak, görmemek, enerji alanımızda yer vermemek hülâsa yok saymak bizi karanlığına çekmeye çalışan hasta ruhlu, kötü huylulara verilecek en büyük cevap ve ceza ise, kimi bilgilerden azade olmak da insanın sağlığına, yarınlarına yapacağı en kıymetli yatırımdır. Belki de bu tecrübeye temasla Türk edebiyatının nadide eserlerinden birini ortaya koymuştur Pir Sultan Abdal "Güzel âşık cevrimizi çekemezsin demedim miBu bir rıza lokmasıdır yiyemezsin demedim miDemedim mi demedim miGönül sana söylemedim mi"