Balkanlar Rüyası

Bir süredir seyahat etmek, öncelik sırasını gezip görmeye ayırmaktan çıktı, ucu bucağı olmayan bir anlama ve öğrenme iştiyakına dönüştü bende. Tarihin efsunlu koridorlarını adımlamak, asırlık yapıların taştan, ahşaptan peçelerini kaldırarak onlarla göz göze gelmek, mekânların heybetli ve asil duruşlarından zamanın tecrübelerini dinlemek ve duyup gördüklerimi gücümün erdiğince kâğıtlara dökebilmek var olmanın uçsuz bucaksız manasına yaklaştırdı. Geçtiğimiz hafta sekiz günlük Balkan turundaydım. Bir eşik oluşturdu hayat serüvenimde bu seyahat; ondan zenginleşerek, ruh dünyama katarak, içselleştirerek çıktığımı hissettim.

Vahdet Turizmin organize ettiği Balkan turu Arnavutluk, Makedonya, Kosova, Sırbistan, Bosna Hersek ve Karadağ olmak üzere altı ülke ve Tiran, Elbasan, Ohrid, Sveti Naum, Struga, Matka, Üsküp, Prizren, Belgrad, Saraybosna, Konjic, Mostar, Blagaj, Trebinje, Herceg Novi, Kotor, Budva, Petrovac, Bar ve İşkodra ile birlikte yirmi şehirle beldeden oluşuyordu. Hocamız Ahmet Altınsoy öncülüğünde ve kıymetli tarihçi İsa Elbinsoy rehberliğinde zamanın söze sığdırılamadığı anlamlı ziyaretler gerçekleştirdik.

Otuz altı sene önce geçmiş buralardan eşim, yani gezdiğimiz ülkeler Yugoslavya sınırları içindeyken. Dünyanın en büyük üçüncü askerî gücü olduğu söylenen Yugoslavya'nın parçalanışından sonra her ülke bir varlık ortaya koymaya çalışmış. Bu güç çatışmaları içinde kimisi Bosna Hersek gibi nice acının, kıyımın, katliamın, gözyaşının ocağı birer mazlum konumuna yükselmiş, kimisi de aklın izanın almayacağı zulümlerle utancın safında durmayı tercih etmiş. "Bir kıvılcıma bakar yeni bir çatışmanın çıkması buralarda" diyor İsa hoca; duvarlarda bırakılan savaş lekelerinin, bazı anların hüzünlü bir nağme gibi dondurulmasının "unutma, unutturma" ikazına tekabül ettiğini anlatıyor. Gezi boyunca, vaktiyle bir bütün olan bu parçalanmışlığa dikkat çekerek ülkemiz üzerindeki oyunlara temas ediyor. Kıymetli İsa Elbinsoy'un özellikle devletimizin senelerce yatırım yaptığı başarılı ve parlak gençlerin –kendilerinden en istifade edilecek zamanda- yurt dışına gidişlerine vurgu yapmasını, ailelerin bu konuda bir farkındalık yaşamaları gerektiği yönündeki yaklaşımını çok yerinde buluyorum. Zira ben de evlatlarını yetiştirirken "bu milletin sizin gibi dimağlara çok ihtiyacı var" fikri üzerinde ısrarla duran, farklı kültür ve medeniyetlerle tanışma yolunun okumaktan, gezip görmekten geçtiğini anlatmaya çalışan bir anne oldum daima.

Pek çok hanı, hamamı, camii, çeşmesi ile Osmanlı mirasını taşıdığı kadar, yakın zaman önce parçası olduğu Yugoslavya'nın ekmeğini yiyor hâlen bu ülkeler. Öyle görünüyor ki Balkanların ekonomik olarak en güçlüsü şu an Sırbistan zira cümle kazanımını turizm üzerinden ortaya koyan Karadağ'ın Kotor şehrinden çıkmamız bile yol yetersizliğinden bir saati buluyor.

Balkan seyahatinin ilk durağı Arnavutluk ve başkenti Tiran oluyor. Ethem Bey camiinde kılınan ikindi namazından sonra Makedonya, Ohrid'e yol aldık. Öyle zengin ve çok katmanlı bir mazisi vardı ki buraların notlar alacağım derken ânı kaçırma endişesiyle titredi içim. Elimde kalem, din ile uzun seneler irtibatı koparılan Arnavutların tabiat örtüsüne, insan yüzlerine, mimarisine, yaşam şekline dokunmaya çalıştım. Kuzey Mekadonya'nın yaz şehri Ohrid'deki gölün berraklığı, Aziz Naum'un ömrünün son demlerinde inziva için neden buraları seçtiğini açıklıyordu. Yolun ilerleyen saatlerinde, Tetova Kalkandelen'de iki kız kardeşin çeyiz paraları ile yaptırdığı Alaca Camii'nde kılınan ikindi namazı, kök boyalarla tezyin edilen bu mabedin görülmüş en güzellerden olduğunu fısıldıyordu. Şairim Yahya Kemal'in şehri Üsküp'te, Osmanlı Çarşısının olduğu bölümde kaldık. Üsküp'ün çoğunlukla Türkçe konuşan sokakları, esnafı, kahveleri, tatlıları Osmanlı suretini taşıyordu hâlâ; buralar kelâmın ve selamın bir mahfaza içinde kaldığı İslâm kanadı.

Üsküp çıkışında bir su terapisi içinde bulduk kendimizi, Matka Kanyonunda. Balkan ülkeleri suyun en saf hâline sahip olduğu için sıcaktan ve yürümekten ne kadar yorulursa yorulsun insan su ile hemhâl iken uçuveriyor cümle yorgunlukları… Ardından yepyeni bir ülkenin sınır kapılarına geldik; genç Kosova'ya. İlk ve tek şehit Osmanlı sultanı Murat Hüdavendigar'ın türbesi, her zerrede hissedilen bir huşû iklimi sunuyordu ziyaretçisine. O yalnız, ışıklı köşede kısa zaman da olsa bedenini terk ediyor ruh… Sultanımın organlarının gömülü bulunduğu mekâna bir gün yeniden gelmek dileğiyle, koparcasına ayrıldım oradan. Ardından Kosova'nın önemli şehirlerinden Şar dağlarının eteklerine kurulmuş Prizren'e yol alarak Taş Köprü'yü, Gazi Mehmet Paşa Camii'ni, Halveti Tekkesi'ni ve ikindi yağmurunun süslediği cadde ve sokakların şenliğini gördük. Sırbistan ve başkenti Belgrad'ta kalan tek Osmanlı yadigârı Bayraklı Camii'nde öğle namazını kıldıktan sonra Kale'ye çıktık. Burası sınırsız bir mavi; Sava ve Tuna Nehri'nin birleştiği...