Kudüs, insanlık tarihinin en kadim şehirlerinden biridir ve tarih boyunca defalarca el değiştirmiş bir şehir olmanın ötesinde bir semboldür. Bu sembol, yalnızca mekânsal bir aidiyet değil, aynı zamanda inanç, medeniyet ve kimlik meselesidir. İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu'nun Türkiye'ye ve Erdoğan'a seslendiği "Kudüs ebediyen bizimdir" beyanı, yalnızca iç kamuoyuna yönelik bir siyasi mesaj değil; aynı zamanda uluslararası hukuku ve Birleşmiş Milletler (BM) kararlarını açıkça ihlal eden tek taraflı bir irade beyanıdır .
Erdoğan'a Sesleniş
Netanyahu bu açıklamasında Türkiye Cumhurbaşkanı'na ismen hitap ederek "Kudüs ebediyen İsrail'indir" ifadesini tekrarlamış, Türkiye'ye adeta "sınırını bil" mesajı vermiştir. Bu söylem yalnızca iki ülke arasında diplomatik bir gerilime işaret etmekle kalmaz; aynı zamanda İslam dünyasının tamamına yönelik bir meydan okuma niteliği taşır. Buradaki asıl kritik nokta, bireysel hitaptan ziyade, Kudüs'ün statüsüne dair uluslararası konsensüsü hiçe sayan ve şehrin tek taraflı olarak İsrail'e ait olduğu iddiasını meşrulaştırma çabasıdır.
Kudüs, Filistin halkının olduğu kadar İslam dünyasının da ortak hafızasında "emanet şehir" olarak yer alır. Bu emaneti korumak yalnızca duygusal bir bağlılık değil, hukuki ve ahlaki bir zorunluluktur. Netanyahu'nun açıklaması bu sorumluluğu daha da görünür kılmalı; "bize ne Kudüs'ten" diyen söylemlerin tarihsel hafızaya karşı bir yabancılaşma olduğunu hatırlatmalıdır. Bir taraf, üç bin yıllık tarihsel anlatıları bugünün siyasetine taşıyorsa; öteki taraf da daha kısa süre öncesine kadar üstelik yüzyıllarca yönettiği ve hâlen işgal altında bulunan bir şehir için sessiz kalamaz.
Tepkisizliğin Riskleri
Kudüs'ün "ebediyen İsrail'e ait" olduğu iddiası başta 242 ve 338 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararları olmak üzere Kudüs'ün işgal edilmiş toprak statüsünü teyit eden çok sayıda uluslararası kararla çelişmektedir. BM Genel Kurulu'nun 2017 tarihli kararı Kudüs'ün statüsünde tek taraflı değişiklik yapılmasını hükümsüz saymıştır. Dolayısıyla Netanyahu'nun sözleri yalnızca politik bir beyan değil, uluslararası hukuk düzenine karşı açık bir meydan okumadır.
Diplomasi tarihinde sessizlik çoğu zaman fiili kabul anlamına gelir. Bu açıklama cevapsız bırakılırsa İsrail'in işgal politikaları daha da hızlanacak ve Kudüs'teki demografik mühendislik çalışmaları derinleşecektir. Sessizlik, yalnızca İsrail'in elini güçlendirecek; Müslüman toplumların Kudüs'teki hak iddiasını zayıflatacaktır.