7 Ekim öncesi dönemde Filistin meselesi dünya siyasetinin merkezinden yavaşça çekilerek diplomatik arşivlerin tozlu raflarına kaldırılmış bir dosya haline gelme tehlikesi ile karşı karşıyaydı. Bu sessiz unutuluş sadece medyanın ilgisizliğiyle açıklanamazdı. Aksine, uluslararası sistemin yapısal dönüşümünün doğrudan bir sonucuydu. 2020 sonrası dönemde imzalanan İbrahim Anlaşmaları bu dönüşümün somut göstergesiydi. Arap dünyasının jeopolitik kalbi olan Körfez ülkeleri güvenlik garantileri, ekonomik entegrasyon ve Batı'yla yeniden uyum sağlama arzusuyla Washington–Tel Aviv eksenine hızla yaklaşmıştı.
Birleşik Arap Emirlikleri'nin İsrail'le imzaladığı ilk normalleşme anlaşması bölge siyasetinde bir domino etkisine neden oldu. Kısa sürede Bahreyn, Sudan ve Fas da bu sürece katıldı. Bu ülkeler, Filistin davasını uzun yıllar boyunca Arap kimliğinin ortak vicdanı olarak görmüşlerdi. İbrahim Anlaşmaları bu duygusal bağın yerini çıkar temelli bir güvenlik aklına bıraktı. Körfez'in karar vericileri İran tehdidini dengelemek, teknoloji ve silah tedarikinde ABD'nin desteğini kaybetmemek için Filistin'i sessizce feda ettiler. Böylece "Arap dayanışması" fikri uluslararası ilişkiler teorisinde realizmin galibiyetini tescilleyen bir örneğe dönüştü.
Bu sürecin teorik arka planını neo-realist güvenlik arayışı belirliyordu. Kenneth Waltz'un ortaya koyduğu bu yaklaşıma göre devletler anarşik bir uluslararası sistemde hayatta kalmak için güç biriktirir ve tehditleri dengelemeye çalışır. Arap ülkeleri de bu denklemde İsrail'i artık bir düşman değil İran'a karşı potansiyel bir "denge unsuru" olarak görmeye başlamıştı. Dolayısıyla mesele Filistin halkının özgürlüğü değil bu ülke liderlerinin koltukları ve rejimlerin bekası haline geldi. Bu durum, uluslararası sistemin ahlaki iflasını açıkça ortaya koydu. Adalet fikri güç hesaplarının gölgesinde yok olurken Filistin halkının yıllardır süren dramı "stratejik gereklilik" başlığı altında normalleştirildi.
İsrail bu yeni düzeni ustaca kullandı. Ekonomik işbirliği, teknoloji transferi ve istihbarat paylaşımı gibi araçlarla Arap rejimlerini kendi etrafında bir güvenlik halkasına dönüştürdü. Gazze'deki ablukayı "terörle mücadele" olarak tanımlayarak meşrulaştırdı; Batı kamuoyunda da "yeni Ortadoğu" vizyonu adı altında bir başarı hikâyesi yazıldı. Bu süreçte Filistin halkı yalnızlaştı. Ne Arap Birliği toplantılarında adı anılır oldu ne de Birleşmiş Milletler'de ciddi bir diplomatik ağırlık kazandı. Batı dünyası için Filistin meselesi artık "çözülmüş" ya da "önemsizleşmiş" bir dosyaydı.
Oysa bu sessizlik gerçekte yaklaşan bir fırtınanın habercisiydi. Çünkü bastırılan her adalet duygusu zamanla bir direniş enerjisine dönüşür. İbrahim Anlaşmaları kısa vadede bölgeye istikrar vaadi taşıyor gibi görünse de uzun vadede halkların öfkesini büyüttü. Filistinliler için bu anlaşmalar yalnızca siyasi bir ihanet değil aynı zamanda tarihsel hafızanın silinmesi girişimiydi. Ancak tarih silinmeye direnir. Hakikat, üzeri örtüldükçe daha güçlü biçimde ortaya çıkar. 7 Ekim sabahı bu sessizliğin perdesi yırtıldı ve unutulmuş dosya bir kez daha dünyanın gözleri önüne serildi.
7 Ekim: Asimetrik Bir Şok
7 Ekim 2023 sabahı Ortadoğu'nun son yarım yüzyılındaki bütün güvenlik denklemlerini altüst eden bir sarsıntı yaşandı. Bu sarsıntı yalnızca İsrail'in askeri cephelerinde değil aynı zamanda Batı'nın "mutlak güvenlik" inancında da derin çatlaklar oluşturdu. Filistinli direniş gruplarının başlattığı operasyon klasik anlamda bir askerî saldırıdan ziyade asimetrik savaş stratejisinin en çarpıcı örneklerinden biri olarak tarihe geçti. Zayıf aktörün güçlüye karşı beklenmedik düzeyde koordinasyon, istihbarat disiplini ve psikolojik üstünlük kurabilmesi uluslararası güvenlik teorilerinin temel varsayımlarını yeniden sorgulattı.
Soğuk Savaş'tan bu yana uluslararası sistem güvenliği büyük ölçüde devlet merkezli kapasite ölçütleri üzerinden tanımlıyordu. Ordu büyüklüğü, silah teknolojisi, hava savunma sistemleri ve istihbarat ağları. Ancak 7 Ekim, bu tanımın ne kadar yüzeysel ve tek boyutlu olduğunu ortaya çıkardı. Filistin direnişinin kullandığı yöntemler; basit insansız hava araçları, motorlu yelkenliler, tünel geçişleri, karadan ve havadan koordineli saldırılar gibi düşük maliyetli ama yüksek etki gücüne sahip araçlardan oluşuyordu. Bu, "modern savaş" anlayışını kökten sarsan bir durumdu. Çünkü teknolojiye değil iradeye dayalı bir strateji sahnedeydi. Yahya el Sinvar'ın ön cephede şehit olması bunun apaçık belgesidir. 7 Ekim, bir savaşın değil, bir paradigmanın yenilgisiydi.
Şehit kumandan Yahya el Sinvar'ın idaresindeki 7 Ekim, asimetrik savaşın felsefesine dair bir dersti. Güç dengesizliği zayıf taraf için bir zafiyet değil, aksine bir özgürlük alanı yaratır. Büyük ordular doktrinlere, bürokratik zincirlere, politik onay süreçlerine bağlıyken; küçük aktörler hız, esneklik ve sürpriz kabiliyetiyle hareket eder. 7 Ekim'de politika, savaşın arkasından değil, savaşın içinde şekillendi. Filistinliler, uzun süredir askeri anlamda değil, politik anlamda da görünmez kılınmışlardı. O gün kendi varlıklarını yeniden dünyaya hatırlattılar. Bu olay, Batı'nın "yüksek teknoloji–mutlak güvenlik" dogmasını sarsmakla kalmadı, aynı zamanda direnişin moral gücünün stratejik denklemdeki rolünü yeniden hatırlattı. Çünkü hiçbir yapay zekâ destekli savunma sistemi iman, öfke ve adalet bilinciyle donanmış bir halkın kararlılığı karşısında kusursuz işleyemez. 7 Ekim, yalnızca İsrail ordusuna değil uluslararası güvenlik paradigmasına da bir meydan okumaydı.
İsrail istihbaratının başarısızlığını yalnızca teknik hatalarla açıklamak gerçeği küçültmek olur. Asıl çöküş Filistinlileri rasyonel bir özne olarak görmeme yanılgısından kaynaklandı. Bu, oryantalist bir kibirle beslenen sistematik bir yanılgıdır. Yıllarca "caydırılmış", "kuşatılmış", "baskılanmış" bir halkın artık stratejik bir eylem kapasitesine sahip olamayacağı varsayıldı. Böylece "tehlike yok" raporları, "risk düşük" analizleri üretildi. Bu tabloyu eleştirel güvenlik teorileri yıllar önce öngörmüştü. Bu teorilere göre güvenlik yalnızca devletlerin sınırlarını koruma meselesi değil, bireylerin onurunu, yaşam hakkını ve insani bütünlüğünü koruma meselesidir. Eğer bir devlet kendi güvenliğini bir halkın güvenliğini yok sayarak inşa ediyorsa o sistem eninde sonunda çöker. İsrail'in güvenlik anlayışı tam da bu noktada iflas etti: Filistinlilerin insani güvenliği yok sayıldıkça bölgesel istikrarın da sürdürülebilirliği ortadan kalktı.
Gazze'nin duvarları İsrail'in kendi hapishanesine dönüştü. Her kamera, her sensör, her insansız hava aracı İsrail toplumunu bir güvenlik paranoyasına kilitledi. İstihbaratın nesnesi olan "tehdit", zamanla varoluşsal bir saplantıya dönüştü. Böylece sistem gerçek güvenliği değil, sürekli alarm halini üretmeye başladı. Bu, Michel Foucault'nun tarif ettiği "biyopolitik gözetim toplumunun" Ortadoğu'daki en somut hâliydi. Bir halkı korumak bahanesiyle bütün bir toplumu sürekli bir savaş psikolojisinde tutmak. Ancak 7 Ekim sabahı bu devasa gözetim ağı kendi kibri altında çöktü.
Filistin Yeniden Doğuyor
7 Ekim sonrasında yalnızca savaşın sahası değil, diplomasinin dili de köklü bir dönüşüm geçirdi. Filistin meselesi uzun yıllar boyunca küresel diplomasi masalarında bir "ikincil dosya" olarak görülürken artık dünyanın en öncelikli siyasal, hukuki ve ahlaki meselelerinden biri haline geldi. Batı merkezli uluslararası sistemin "statüko diplomasisi" yerini vicdan, adalet ve insan hakları temelli yeni bir diplomatik söyleme bırakmaya başladı. Bu dönüşüm sadece coğrafi bir mesele değil uluslararası düzenin vicdani sınavı olarak da okunmalıdır.
Gazze'deki yıkım, ekranlara yansıyan ölü çocuk bedenleri, çöken hastaneler ve sessiz kalabalıklar diplomatik metinlerin soğuk dilini kırdı. Artık mesele yalnızca "iki taraflı çatışma" olarak değil, insanlık suçu düzeyinde bir ahlaki kırılma olarak görülmeye başladı. Bu kırılma uluslararası hukukun temel kavramlarını yeniden tartışmaya açtı. Orantısız güç kullanımı, sivillerin korunması, insani koridorlar, savaş suçu, soykırım. Bu dönemde Küresel Güney ülkeleri uzun yıllardır uluslararası siyasette geri plana itilen ahlaki söylemin taşıyıcısı haline geldiler. Güney Afrika, Namibya, Brezilya, Malezya, Endonezya gibi ülkeler İsrail'in eylemlerini açık biçimde "soykırım" olarak tanımlayan bildiriler yayımladılar. Bu çıkışlar sadece Filistin'le dayanışmanın değil, aynı zamanda Batı merkezli düzenin çifte standardına bir meydan okumaydı.
Güney Afrika'nın Uluslararası Adalet Divanı'na (ICJ) taşıdığı dava bu yeni diplomatik evrenin en sembolik hamlesi oldu. Bu girişim uluslararası hukuku yalnızca "devletlerarası çıkar dengesi" değil, "insanlık ortak vicdanı" temelinde yeniden yorumlama çağrısıydı. Bölgede yaşanan bu diplomatik uyanışın bir diğer boyutu Küresel Kuzey–Güney ayrımının yeniden derinleşmesi oldu. ABD İsrail'e koşulsuz destek politikası izlerken, Latin Amerika ve Afrika ülkeleri arasında hızlı bir Filistin dayanışma bloğu oluştu. Şili, Kolombiya, Bolivya gibi ülkeler büyükelçilerini Tel Aviv'den çekti. Bu, yalnızca sembolik bir protesto değil yeni bir uluslararası jeopolitik hattın ilanıydı.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda yapılan oylamalarda Filistin'in statüsünün güçlendirilmesi yönünde art arda kararlar alındı. Avrupa içindeki kamuoyu da sarsıldı. Üniversitelerde, sendikalarda, kiliselerde ve sivil toplum örgütlerinde Filistin'e destek dalgası büyüdü. Batı'nın resmi söylemi İsrail yanlısı kalırken toplum vicdanı hızla karşı yöne kaydı. Bu da Filistin meselesini sadece devletlerarası diplomasi düzeyinden çıkarıp küresel sivil diplomasiye taşıdı. Artık sokaklarda, kampüslerde, dijital platformlarda, "adalet diplomasisi" denen yeni bir güç merkezi doğdu.
Filistin'in diplomatik görünürlüğündeki bu artış uluslararası ilişkiler teorisi açısından da bir paradigma değişimi anlamına geliyor. Realist yaklaşım, güç ve çıkarı merkeze alırken 7 Ekim sonrası süreçte normatif teoriler, yani inşaacılık (constructivism) ve eleştirel güvenlik yaklaşımları yeniden meşruiyet kazandı. Çünkü dünya, çıplak gücün hüküm sürdüğü bir düzenin insanlık açısından ne kadar kırılgan olduğunu gördü. İsrail'in "güvenlik söylemi" artık bir kalkan değil, bir suç deliline dönüştü. Bu bağlamda Filistin davası sadece bir direniş değil, uluslararası siyasetin normatif temellerini yeniden kuran bir hareket haline geldi.
7 Ekim sonrası diplomasi aynı zamanda Batı'nın meşruiyet krizini de görünür kıldı. "İnsan hakları" söylemiyle kendini tanımlayan devletlerin sessizliği, "evrensel değerler" kavramını içi boş bir slogana dönüştürdü. Buna karşılık dünyanın her yerinden yükselen sesler Filistin davasını yalnızca politik değil, ahlaki bir eksene taşıdı. Bu eksende hak, adalet ve merhamet; klasik diplomasi literatüründe unutulmuş değerler olarak yeniden hatırlandı.
Gerçeklerin Görünür Kıldığı Soykırım
7 Ekim sonrasında İsrail'in yürüttüğü askeri operasyonlar modern çağın tanık olduğu en yıkıcı ve orantısız güç kullanımlarından birine dönüştü. Bu süreçte kullanılan dil "meşru müdafaa"yı tarihsel bağlamından koparıp bir meşruiyet perdesi haline getirdi. Gazze'de 70 bine yakın sivilin ölümü, şehir dokusunun yüzde 80'inin yıkımı, elektrik, su, sağlık ve eğitim altyapısının yok edilmesi, "güvenlik" bahanesiyle gerçekleştirilen bir kolektif cezalandırma politikasına dönüştü. Hastaneler bombalandı, ambulanslar hedef alındı, yardım konvoyları durduruldu. Böylece savaş askeri bir çatışmadan ziyade, sistematik bir yok etme stratejisi haline geldi.
Bu tablo, uluslararası hukuk açısından "savaş suçu" kategorisini aşan bir tanım gerektiriyor. Bunun başka açıklaması yok. Bu, net olarak soykırımdır. Birleşmiş Milletler Soykırım Sözleşmesi'ne göre soykırım "bir grubun tamamen veya kısmen yok edilmesi niyetiyle yapılan eylemler" olarak tanımlanır. İsrail'in eylemleri bu tanımın neredeyse bütün unsurlarını karşılamaktadır. Öldürme, fiziki ve ruhsal zarar verme, yaşamsal koşulları ortadan kaldırma, doğumları engelleme, çocukları zorla ailelerinden ayırma… Gazze'de bütün bu maddeler kameralar önünde gerçekleşti. Bu yüzden 7 Ekim sonrası süreç, sadece askeri bir trajedi değil, uluslararası hukukun sessiz çöküşü olarak da kayda geçti.

 
									 
								 3
									3