Türkiye kuşatmayı kırdı, 'dış cephe'yi güçlendiriyor

Siyasette iki kere iki dört etmez; siyasetin kendi matematiği vardır. Ancak siyasi matematikte de verilerden birini eksik veya yanlış girer, yanlış işlem yaparsanız yanlış sonuca varırsınız. Bu da sizi yanlış karara ve nihayetinde zarara götürür... Bir dış politika analizi için bu girişi yaptım. Türkiye, 'dış cephede' yeni bir diyalog sürecine girdi. Bu sürecin ne kadar işbirliğine dönüşeceğini zaman ve gelişmeler gösterecek. Kimilerine göre Türkiye kavga yerine uzlaşmayı tercih etti. Kimilerine göre geri adım attı. Kimilerine göre ABD ve Avrupa- Rusya ve Çin'le yeni bir mücadele dönemi başlatırken Türkiye'yi yanına çekmeye çalışıyor. Kimilerine göre Türkiye'nin hak ve çıkarlarını savunma mücadelesi, muhataplarına geri adım attırdı. Bugünlerde, özellikle İsrail Cumhurbaşkanı'nın planlanan Ankara ziyareti üzerinden ağırlıkla iki yorum yapılıyor: "Türkiye kavga yerine uzlaşmayı tercih etti.""Türkiye geri adım attı." Ve bu yorumlar, Körfez ülleleri, ABD ve Avrupa ile ilişkiler de dahil edilerek yapılıyor. İlgili ülkelere yapılan Cumhurbaşkanı ve Dışişleri Bakanı düzeyindeki ziyaretlerin çoğunu izlemiş, gelişmeleri de haber akışları ve diplomatik kaynaklardan takip etmiş bir gazeteci olarak benim değerlendirmem şu: "Türkiye kavga yerine uzlaşmayı tercih etti" yorumu 'kısmen' doğru."Türkiye geri adım attı" yorumu yanlış. Açayım... Dış politikayı analiz ederken 'hangi olaylara' baktığınız, olayların neden-sonuç ilişkisi ve hangisinin hangi oranda sonuca etkili olduğu yorumunuzdaki isabeti belirler. Adını ilk kez duyduğunuz bir başkente yapılan ziyaretle kurduğunuz bir ilişki, sadece adını bildiğiniz bir başka başkentte etkinliğinizi artırır, o da bir rekabet veya çatışma alanında etkili olan bir güçlü aktörle ilişkinizde olumlu etki yapar. O yüzden hiçbir diplomatik ilişki önemsiz değildir. Sadece kritik bir seviyede medyanın ilgisini çeker ve halklar o andan itibaren haberdar olur. Bunu ayrı bir bölümde örneklendireceğim. Şimdi, Türkiye'nin dış politikasına dair yorumlarda esas alınan ülkelerle ilişkilerde 'arka planı' kenara koyup; 'kamuoyunun gündemine girdiği' dönemden itibaren değerlendirelim. Türkiye'nin Libya'da meşru Trablus hükümetini destekleme politikası başarılı olmuştur. Meşru hükümet, ülkenin diğer yarısını paralı asker ordusuyla kontrol eden Halife Hafter'i durdurmuş ve Hafter'in destek aldığı Bingazi merkezli 'ikinci parlamento' ile 'ortak çalışarak seçime gitme' sürecini başlatmıştır. Türkiye, askeri mücadele ve saldırgan tarafı ateşkese zorlama sürecine insani yardım, istihbarat, İHASİHA ve askeri eğitim desteği vermiş, devamında da Bingazi Parlamentosu ile ilişkilere destek olmuştur. Aynı süreçte Türkiye, Libya ile deniz sınırı anlaşması yapmış, Yunanistan-Mısır-İsrail üçlüsünün Doğu Akdeniz enerji kaynakları üzerindeki tasarrufunun (EastMed anlaşması) önünü kesmiştir. BAE, Mısır, Yunanistan ve Fransa Libya'da 'Hafter cephesi'nde yer almıştır. Yunanistan ve Fransa'nın aynı süreçte, Türkiye'ye karşı Ege'de savaş gemileriyle müdahaleye varan saldırgan tutumları olmuştur. Sonuçta; Fransa ve Yunanistan, Ege'de Libya'ya yardım taşıyan Türk gemilerini tacizi bırakmıştır. Mısır, Türkiye ile 'medya üzerinden karalama kampanyası'nı bitirmiştir. East-Med projesi rafa kaldırılmıştır. BAE, Türkiye ile ilişkileri onarma politikasına dönmüştür. Dolaylı etkiler olarak; Türkiye'nin Fransa-Yunanistan ikilisinin baskılarını püskürtmesi, Avrupa'nın bu ülkeler üzerindeki etkinliğinibu ülkelerden aldıkları güvencelerin güvenilirliğini azaltmıştır. Aynı şekilde, Türkiye'nin Afrika ülkeleriyle kurulan ikili ilişkileri, örneğin Hafter'in bu ülkeleri 'paralı asker kaynağı' olarak kullanmasını engelleyen, BAE ve Mısır'ın bu ülkelerle ilişkilerini 'Türkiye lehine' zedeleyen sonuçlar doğurmuştur. Özetle Türkiye, sonuçları Libya üzerinden okunan ama daha geniş Akdeniz ve Afrika 'sahasında' yaptıkları ile rakiplerini politika değişikliğine zorlamıştır. Aynı şekilde; ABD'de başkanlık değişimi, Avrupa'da liderlik krizi ve yönetimsel sorunlar da bu süreçlerde etkili olmuştur. Türkiye de, hem bu etkileri hem de Türkiye'nin AB ve NATO içindeki önemli konumundan aldığı gücü değerlendirerek, etkinliğini artırmıştır. Bu etkinlik, Ukrayna üzerinde ABD-Rusya bilek güreşi, ABD ve Avrupa'nın aynı anda Çin'le ekonomik rekabeti ve yine koronavirüs sürecinin ortaya çıkardığı 'nakliye sorunu' ile ortaya çıkan Türkiye lehine 'avantajlar' ile de birleşerek bir kat daha artmıştır. Mesele, Türkiye'nin önündeki krizleri fırsata dönüştürme, fırsatları değerlendirme ve sahip olduğu gücü hakkıyla ortaya koymasıyla ilgilidir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, bu konuda tartışmasız başarılıdır. Erdoğan, ülkesinin tarihi, dini, kültürel, coğrafi, ekonomik ve siyasi gücünün ve potansiyelinin farkındadır; bu potansiyeli hangi konuma yükselttiğinin bilincindedir ve bunu en verimli şekilde değerlendirmektedir. Erdoğan'ın dış ilişkilerde üç temel ilkesi, bu başarıyı daha etkili ve kalıcı hale getirmektedir: Her ülkeyle ve her halkla 'eşit göz hizasında' ve 'kazan-kazan' hedefli ilişki kurmak; Mutlaka 'meşru zemine' dayanmak; İlgili ülkelerden güçlü olanlara 'adil', zayıf olanlara ise 'adil ve koruyucu' çözümler sunmak. Özetlersek; Türkiye'nin meşru zemine dayalı hak ve çıkarlarını savunma ve haksızlığa uğrayanı koruma mücadelesindeki başarısı, muhataplarını 'çatışmayı bitirmeye' zorladı. Türkiye de normalleşme yaklaşımlarına karşılık verdi. Arkasından, ABD'de başkanlık değişiminin özellikle Ortadoğu ve Körfez ülkeleri üzerindeki etkisini; ABD'nin Rusya ve Çin'le başlattığı yeni rekabet döneminin, ABD-Avrupa-NATO ilişkilerindeki tartışmaların; Türkiye'nin Avrupa ve NATO'nun etkin bir parçası olmasının; yine Türkiye'nin Ortadoğu ve Afrika'da artan gücünün etkilerini ekleyin... Bunlar, ABD ve Avrupa'nın Türkiye'yi yanlarında tutma çabasının gerekçeleridir. Bunları sağlayan Türkiye'nin yerli ve milli politikaları, yerli ve milli savunma sanayi gücü, yerli ve milli dış politikası ve en önce yerli ve milli liderliğidir. Cumhurbaşkanı'na yönelik saldırılar, bu olaylardan çok önce başlamıştır ve tam da bu sonuçları önlemeye yöneliktir. Erdoğan'ın, milletle birlikte üstesinden geldiği şey sadece 15 Temmuz ihaneti değil, Türkiye'nin bekasına yönelik kuşatmadır. Şimdi bu kuşatma yıkılmış, Türkiye'nin güvenlik sınırları Körfez'den Afrika'ya, Balkanlar'dan Kafkaslar'a kadar genişlemiştir. Türkiye 'dış cephe'yi güçlendirmiştir. Bütün bu alanlarda, siyasi liderlik, diplomatik, ekonomik, istihbari, askeri olarak 'sahada olmak' bunu sağlamıştır. 'Ne işimiz var orada' sözü kulağa ilk anda cazip geliyor olabilir. Sadece bir kez salim kafayla düşünelim, yeterli...