Bütün dünyanın derin bir insanlık krizi içinde olduğuna dair ortak bir kanaatimiz var. Birikmiş bir negatif enerji, bir huzursuzluk, bir depresif durum yaşıyor insanoğlu. Fikriyatımız kendini tekrar eden ideolojilerin sınırlarını aşamıyor, kalıpları kıramıyor. Baudrillard'ın simülasyon kuramında olduğu gibi her gün yeni/den bir simülasyona uyanıyoruz. "Gerçek dünya"ya bir türlü geçiş yapamıyoruz. Bir genelleme yapacak olursak; sahteliğin, fiziki, fikri ve ruhsal olarak insanı ele geçirdiği yetmezmiş gibi gerçekliğin de yerini almak üzere olduğunu söyleyebiliriz.
Ülkemiz de bu genellemenin içerisinde maalesef. İnsan ruhsal, fiziki, fikri bir yuvarlanışın içerisinde köşelerini çarca çarpa törpüleniyor. İçtimai hayatımızda yaşadıklarımız, gazetelerin üçüncü sayfalarını dördüncü sayfalara taşırmaya başladı. Artık Ülkemizde yaşanan hiçbir olayı yadsımıyor, başka bir insana zararı dokunacak bir fiil gerçekleştirirken gözümüzü dahi kırpmıyoruz. Birinin kalbini kırmak ya da kalbimizin kırılması, eskisi kadar üzmüyor.
Savrulmadan yaşanamayacak bir hayatı peşinen kabullenmiş durumdayız. Topyekûn bir saldırı altındayız; TV, sosyal medya, internet, tüm kitle iletişim araçları… Birileri beynimizi, kalbimizi hedef alıyor. Kimi doğrudan ailemize saldırıyor. Biri sağlığımızla bir diğeri tarihimizle oynuyor. Kimi dinimizle kimi dilimizle uğraşıyor. Neye inanılacağını şaşırtmak, belirsizleştirmek istiyor birileri. Birileri medeniyetimiz üzerinden gelecek tasavvurumuzu küçümsüyor. Bu saldırılar toplumumuzun sinir uçlarını yavaş yavaş uyuşturuyor.
Din protestanlaştırılmak, hayatın içinden çıkarılarak camiye hapsedilmek isteniyor. Oysa İslam dini böyle bir din değil. İnsanın doğru yolda olabilmesi ve bunun muhafazası için Kuran'ı Kerim ve sünnet üzerinden insanın; Allah (cc), insan, toplum, tabiatla olan ilişkilerini düzenliyor. Hayatı bir bütün olarak ele alıyor. İşte itiraz sesleri tam burada yükseliyor, uğultular canavarlaşıyor.
Dinin bireylere yüklediği görev ve sorumluluklar, keyfini bozmak istemeyenlere ağır geliyor. Onlar için iyi bir insan olmak -ahseni takvim üzere yaşamak- yeterli bir motivasyon kaynağı değil. Çıkarlarımız o kadar baskın ki inancımızı dahi kendi çıkarlarımızı koruyacak şekilde kullanmamızı öğütlüyor. Başkalarının iyiliğini düşünmemiz aslında kendi çıkarlarımız için yine kendimize yaptığımız 'küçük' bir iyilik.
Bu hayat döngüsü içerisine yaşıyor olduğumuz her şey bir çürümeyi işaret ediyor. Üstelik bu çürüme sadece bizi başkalaştırmıyor aynı zamanda adeta "israil yüzsüzlüğü"yle normal olanı da adım adım işgal ediyor. Ne yazık ki yaratılışımızın gereği gibi yaşayabilmek için boykot yapamıyoruz. Hülasa toplum 'yeni normal' olarak nitelendirilen bir anormalliği, yabancılaşmayı, çürümeyi tıpkı 'pop kültür' gibi bağrına basıyor.