Yeşil sarıklı hocalar bize böyle anlatmamışlardı

Bugünlerde gecenin geç saatlerinde evlerden, sokaklardan el ayak çekilince saatlerce Sezai Karakoç şiirleri okuyorum.

Son dönemde hayatımıza adeta karabasan gibi çöken kötücül gelişmelerden biraz olsun uzaklaşarak rahat bir nefes alabilmek için Sezai Karakoç'un şiirlerine sığınmak bana iyi geliyor. Açıkçası ben, bu şiirlerle bir gönül zenginliği yaşadığımı hissediyorum. Özellikle "Hızırla Kırk Saat"te yer alan şu şiiri okurken sanki bir aydınlanma yaşıyorum, önümde yeni bir pencere açılıyor ve hayatı bir başka açıdan değerlendirme imkanını yakalıyorum.

/Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz

Bu kesik dansa karşı bana bir şey öğretmediniz

Kadının üstün olduğu ama mutlu olmadığı

Günlere geldim bunu bana öğretmediniz

Hükümdarın hükümdarlığı için halka yalvardığı

Ama yine de eşsiz zulümler işlediği vakitlere erdim

Bunu bana söylemediniz./

Şairlerin, her zaman yaşadıkları çağın ve toplumların öncüsü olduğu görüşü, öylesine söylenmiş sıradan bir ifade değilmiş demek ki…

Çünkü onlar hayata ideolojilerin etrafımıza ördüğü duvarların içinden değil, daha özgür bir zihin dünyasından bakıyorlar. Galiba hayatı en azından kendimiz açısından daha yaşanılır kılabilmek için, yaratılışın hikmetini derin bir vukufiyetle kavrayan sanatçıların öncü tavrını anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmamız gerekiyor.

İşte bu yüzden, şiirdeki 'yeşil sarıklı ulu hocalar'ın altını bir kez daha çizmek istiyorum.

Kişisel olarak ifade etmem gerekirse, ben dindar bir muhitte büyüdüm. Orta öğrenim yıllarımdan bu yana bana anlatılan dindarlık anlayışı, zihin dünyamda hala tazeliğini koruyor. Bu anlatıya göre, dindarlık bilincine sahip olan insanlar adildirler, başkalarının hakkına-hukukuna riayet ederler, kimseye zulmetmezler, hiç kimsenin malına-mülküne çökmezler, dünyanın neresinde yaşıyor olurlarsa olsunlar, diğer insanların ırzına, namusuna tasallutta bulunmazlar ve onların itibarına leke sürecek bir iftiraya asla tenezzül etmezler.

Bugün de hala Müslümanlıktan, dindarlıktan anladığımın kısaca özeti budur… Bu tür tanımlamalardan, ifadelerden bazılarının rahatsız olduğunu biliyorum. Onlar, bu tavrın Müslümanları itibarsızlaştırdığına inanıyorlar ya da dünyasal konforları bozulduğu için böyle inanmak istiyorlar.

Ama ne yazık ki dini, dünya saltanatları için kullanan bu arızalı kesimleri mutlu edecek hazır bir reçeteye sahip değilim. Zira birazcık olsun İslami literatüre vakıf olan herkes bilir ki ilahi kelam, Müslümanlığı da dindarlığı da böyle tarif ediyor.

Bir Müslümanın nasıl olması gerektiğini tarif etmeye çalışsaydık, herhalde kısaca şöyle bir cümle kurardık: İman edip istikamet üzere olmak. Bu konuda ilahi hitabın ifadesi de aynen şöyledir: "Şüphesiz ki: "Rabbimiz Allah'tır" dedikten sonra istikamet üzere olanlar, onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir." (Ahkâf/13)

Hayatımızın her safhasında yeşil sarıklı ulu hocalar, dindarlık bilincine sahip olan insanların adaletli, hakka-hukuka riayet etmekle yükümlü olduklarını söylemişlerdi ama bugün kendilerini dindar olarak tanımlayan insanlar adaletin terazisini bozma konusunda inanılmaz bir maharet sergiliyorlar…