Bütün toplumların en hayati ihtiyacı, insanların hakkını-hukukunu koruyan, onların güvende olmasını temin edecek olan güçlü bir 'hukuk devleti'nin yarattığı adalete güven duygusudur.
Hukukun düzgün işlemediği, bağımsız ve tarafsız yargının olmadığı bir ülkede insanlar kendilerini güvende hissetmediği gibi ekonomik olarak da insani şartların oluşması mümkün değildir.
Maalesef Türkiye bugün, 'hukuki güvence'nin kaybolduğu talihsiz bir dönemi yaşıyor. Yargı üzerindeki siyaset gölgesi, her geçen gün daha da derinleştiği için yolu yargıya düşen hiç kimse adaletin hakkaniyetle tecelli edeceğine güvenmiyor.
Adalete güvenin neden bu kadar diplerde seyrettiğini daha iyi anlayabilmek için halen yaşanmakta olan adaletsizliklerin fotoğrafını çekmekte yarar var.
Düşünün ki; bu ülkede kadınları öldürmeyi alışkanlık haline getiren katiller, çocuk istismarcıları, uyuşturucu tacirleri, kara paracılar ve mafya bozuntuları birkaç yıl hapis yatıp kısa sürede dışarıya çıkıyor hatta bazıları daha becerikli oldukları için birkaç ayla paçayı kurtarabiliyor.
Ama ifade hürriyeti hakkını kullanarak iktidar eleştirisi yapanlar, muhalif belediye başkanları, parti liderleri hiçbir kanıt, belge-bilgi olmadan hapse atılıyor. Anayasal protesto haklarını kullanan gençler tutuklanarak özgürlükleri ellerinden alınıyor. İçlerinde aylarca hatta bir yıl sonra iddianamesi hazırlananlar bile var.
Öylesine bir keyfilik rejimiyle karşı karşıyayız ki anayasa ve yasalarda hiçbir karşılığı olmadığı halde 'tutuklama' adeta bir ceza yöntemi haline gelmiş bulunuyor. Mesela 1 Kasım 2017'de tutuklanıp cezaevine gönderilen Osman Kavala'nın iddianamesi ancak 19 Şubat 2019 tarihinde hazırlanabildi.
İstanbul halkının 15 milyonluk İstanbul'u emanet ettiği Ekrem İmamoğlu'nun iddianamesi de muhtemelen bir yıl sonra hazırlanacaktır. Çünkü ortada gizli tanıklar dışında bilgi ve belge bulmakta zorluk çekiyorlar. İmamoğlu, tamamen bir 'siyaset mühendisliği' marifetiyle tutuklandığı için kanıtları oluşturmak hiç kolay değil. Bu yüzden de durmadan yeni operasyonlar yapılıyor. Bu gidişle İstanbul Büyükşehir Belediyesi çalışanlarının büyük bir bölümünü içeri alırlarsa hiç şaşırmamak lazım.
Artık bu olup bitenleri hukuki bir süreçle ve de adalet anlayışıyla izah edebilmek kesinlikle mümkün değil. Bir anayasa hukukçusu olan Prof. Dr. Adem Sözüer'in şu ifadeleri, adalete olan hasretimizi çok net bir şekilde ortaya koyuyor: "Keyfilik rejimini değiştirmek ve hukuka dönüş için cumhurbaşkanı adaylığını açıklayan Ekrem İmamoğlu ve diğer seçilmiş belediye başkanlarını tutuklamanın hukukla ilgisi yoktur. Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararlarını uygulatmayan keyfilik rejimi, siyasi rakiplerini tasfiye ediyor."
Kuşkusuz Türkiye geçmişte de yargının sağlıklı işlemediği, yargısal jürostokrasinin öne çıktığı dönemler yaşadı. Özellikle 28 Şubat sürecinde yargıçların, cuntacılardan brifing aldığı günleri de biliyoruz. O dönemde yazdığım yazılandan dolayı ceza alan, sonra Yargıtay tarafından cezası bozulan birisi olarak belirtmem gerekiyor ki; bugün olup bitenler, kelimenin tam anlamıyla keyfilik.
Gerçekten bir anlamı var mıdır, adaletsizliğin zirve yaptığı yargı sistemimize bir faydası olur mu bilemem ama Anayasa Mahkemesi Başkanı