Müslüman toplumlarda yüzyıllardır ulu'l-emr üzerinden üretilen 'mutlak itaat' kavramı, sivil alanı genişletici değil, din algısını daraltıcı bir fonksiyon icra etmektedir.
Müslüman dünyanın, neden 21. Yüzyılda bile hala dört başı mamur bir hukuk devleti inşa edemediklerini doğru anlayabilmek için öncelikle geleneksel İslam kültürüyle ilgili ezberlerinin sorgulanması gerekiyor. Çünkü bu zihin yapısı, dini Kur'an ve sünnet üzerinden okuyamadığı için, yaşadığımız dünyayı tanıyıp yorumlaması da mümkün değildir.
Oysa İslam'ın temel metinleri, etrafımızı duvarlarla çevirip gözü kapalı bir din anlayışını değil, açık, şeffaf ve hesap verilebilir bir hayat biçimini vazetmektedir.
Ama gelin görün ki günümüzün İslam ulaması, geleneksel İslam anlayışının dışına çıkamadığı için, İslami metinlerde çok açık tarif edilmesine rağmen, ulu'l-emr kavramını dar kalıplar içine hapsederek sivil alana açılan bütün kapıları kapatmaktadır.
Ulu'l-emr kavramını, Maturidi'nin yaklaşımını esas alarak değerlendiren Şaban Ali Düzgün'ün şu tespiti son derece önemli: "Maturidi 59. Ayette geçen ulu'l-emre, hem ulema hem ümera (yetkilendirilmişler) hem küçük askeri birlik (seriyye) komutanları hem de akil adamlar (ehlü'l-hiyar-iyiyi kötüden ayırt etme yetisi olanlar) anlamının verildiğini aktarmaktadır. Ancak bunlara itaati, 'yaptıkları işi bilme yetilerinin bulunması' kaydına bağlamaktadır. Hz. Peygamberin 'burnu kesik siyahi bir köle bile size komuta ediyorsa, Allah'ın kitabına uygun davrandığı sürece, onu dinleyin ve itaat edin' sözü de itaatin mutlak değil, kayıtlı olduğunu, yönetenin de yönetilenin de temel değer ve normlarla kayıt altına alındığını göstermektedir. İnsanları kaosa sürükleyecek ve anomi yaratacak emirlere (masiyet) uyulmaması gerektiğini beyan eden Hz. Peygamber, bu tür emirlere kulak verilmemesi ve itaat edilmemesi gerektiğini söyleyerek sivil itaatsizliğe dikkat çekmektedir." (Maturidi'nin Ulu'l-Emr kavramsallaştırması, Milel ve Nihal dergisi)
Nitekim, 59 ayetin nuzül sebebi Diyanet İşleri'nin tefsirinde şöyle bir açıklanıyor: Hz. Peygamber bir gruba (seriyye) askerî görev vermiş, başlarına da Abdullah b. Huzâfe'yi geçirmişti. Abdullah bir sebeple öfkelenmiş, emri altındakilere odun toplayıp yakmalarını, ateş olunca da içine girmelerini emretmişti. Emri alanlar tereddüt içinde kaldılar. Bir kısmı "Komutana (ülü'l-emre) itaat edilir" diye ateşe girmeye teşebbüs ediyorlar, bir kısmı ise "bu itaatin, buyruğun meşrû olmasına bağlı bulunduğunu" düşünerek onları engelliyorlar. Bu çekişme devam ederken ateş söndü, seferden dönünce durumu Resûlullah'a arzettiler. "Ateşe girseydiler kıyamete kadar ondan kurtulup çıkamazlardı. İtaat ancak meşrû emre olur" buyurdu.
Hal böyleyken, 'otoritenin kaynağı'nı ilahi olana bağlamak, hem bireyi gönüllü köleliğe rıza göstermeye zorlamak hem de otoritenin meşruiyetini Allah'a yaslamaktır ki bu dine en büyük bühtandır. Maturidi'nin yaklaşımına göre, ulu'l-emr olarak tespit edilen ulema, gerektiğinde halifeyi, sultanı, padişahı görevden alma yetkisine sahiptir, yani bir bakıma denetim görevi üslenmiştir.