Her tarih bir kurgudur. Bugün içinde yaşadığımız dünyanın belirleyici unsuru olan Batı, nasıl kendi dışındaki dünyayı tanımlarken ve konumlandırırken söz hakkı tanımadan bulunduğu yerden bir kurgu inşa ettiyse, kendini tanımlarken ve kendi konumunu belirlerken, hatta kendi tarihini yazarken de aynı şeyi yaptı.
Bu durum, belki de kişinin kendi kendisine psikanaliz terapisi yapması örneğine benzer bir probleme işaret ediyor. Zira Batı, kendi tarihini yazarken o dönem benimsediği yeni değerlerin ve oluşturduğu zihniyetin etkisindeydi.
Modern tarih doktrini, Yunan antikitesi ve Avrupa uluslarının tarihine dayanıyordu. Bununla birlikte, Batı tarihinde çok büyük bir hacim kaplayan Hristiyanlık; kültürün, düşüncenin ve medeniyetin adeta dondurucuda bekletildiği bir dönem olarak resmedilerek dinin Avrupa'nın kodlarındaki rolü yok sayıldı.
Sekülerleşme süreciyle şekillenen yeni Avrupa, Kilise'yi mahkûm ederek bir anlatı inşa etti. Bu tarih yazılırken hüküm giydirilen taraf, yeni çağın iktidarında söz söyleme imkanı bulamadı ya da bulduysa bile sesi cılız kaldı. Biz de tarihin hikayesini avcıdan dinlemek durumunda kaldık.
Tarihi tek yönlü okumanın tuzağına düşmemek adına, sürecin mahkûmlarının söylediklerine de kulak kesilmek gerekiyor. Bu bağlamda, din ve kültür üzerine çalışmalarıyla bilinen, Katolik bir Hristiyan olan Cristopher Dawson'ın "Avrupa'nın oluşumu" kitabı güçlü bir örnek teşkil ediyor.
Modern tarih yazımına eleştirel yaklaşan Dawson, "tarihi olayları kaçınılmaz bir süreç içinde gelişip bugünü tarihin doruğuna çıkartmaya yaradıkları şeklinde değerlendirmek hatasına düşüldüğünü" söylüyor. Kendi döneminin tarihçilerinin ve antropologlarının modern insanı "prehistorik atalarının mirasıyla şartlandırılmış" olarak görmesine rağmen, çok daha yakın çağda yaşamış Orta Çağ atalarıyla bağlarının görmezden gelinmesindeki çelişkiye dikkat çekiyor.
Dawson'a göre Avrupa'nın asıl hamurunun yoğrulduğu çağlar bu karanlık diye yaftalanan zamanlardı. Modern tarihin ise, milliyetçi bir kalkış noktasından hareket ettiği için bu uzun sürekliliği "anlayamadığını" savunuyor. Ulus-devlet merkezli tarih okumasına karşı çıkan Dawson, "devleti kainat nizamının en üstün mertebesine yerleştiren Hegel etkisindeki fikirlerin belirleyici olduğunu" ifade ediyor.
Bu noktada Dawson'ın kitabını iki dünya savaşı arası dönemde yazdığını, kendisinin de Avrupa birliği fikri inancına bağlı bir tarihçi olduğunu göz önünde bulundurmak gerek. "Avrupalılar ortak köklerini unutmuş, geçmişten kendilerine uzanan hiçbir şey olmadığı fikrine saplanmışlardır" diye yazan Dawson, bu tarihsel kopuşa güçlü bir itirazı dillendiriyordu.
Dawson, Avrupa'yı oluşturan unsurlar olarak Roma İmparatorluğu, Kilise, Klasik Grek-Helen kültürü, Barbar halkları sıralıyor. Ancak ona göre, tüm bu unsurları bir araya getirip bir birliği sağlayan esas harç Hristiyanlıktı.

7