Inarritu'dan gerçeküstü ve kişisel bir film: 'Bardo'

'Birdman' (2014) ve 'Diriliş'le (The Revenant - 2015) üst üste 2 kez en iyi yönetmen Oscarı'nı kazanan Meksikalı sinemacı Alejandro G. Inarritu, 7 yıl aradan sonra çektiği ilk uzun film 'Bardo, Bir Avuç Doğrunun Yalan Yanlış Güncesi' (Bardo, falsa cronica de unas cuantas verdades) ile geliyor karşımıza. 'Bardo', Inarritu'nun en kişisel filmi Belgeseller çeken ve ABD'de yaşayan Meksikalı ünlü gazeteci Silverio (Daniel Gimenez Cacho) kuşkusuz hayali bir karakter; ama Inarritu'dan izler taşıdığını ve onun alternatif kişiliği olduğunu söyleyebiliriz. Açılış ve peşinden gelen sahnelerde 'Bardo'nun gerçeküstücülük akımıyla bağı hemen belirginleşiyor. İlk sahnede Silverio, çölün üzerinde uçma denemeleri yaparken dünyaya onun gözlerinden bakıyor, sadece gölgesini görüyoruz. İkinci sahnede, doğumun ardından yeniden annesinin rahmine yerleştirilen bebek Mateo ile tanışıyoruz. Bunların peşinden, trendeki sığ suyun içinde dolaşan aksolotllar gibi başka gerçeküstü imgeler geliyor. Başta Salvador Dali'nin tabloları olmak üzere daha ilk anlardan itibaren, gerçeküstücülük akımıyla akraba bir film seyrettiğimiz belli. Inarritu film boyunca ısrarla benzer imgeler kullanmayı sürdürüyor ama sonuçta, hepsini Silverio'nun hayatındaki gerçeklere bağlıyor. Sözgelimi, uçma sahnesine ve trendeki aksolotllara, finalde farklı gözlerle bakıyor; hangi bağlam içinde karşımıza geldiklerini çözüyoruz. Ana karnına dönen bebek Mateo'nun öyküsü ise filmin ortalarına doğru netleşiyor. Inarritu, gerçeküstücülüğü Silverio'nun zihninde dolaşan imgeler, hayaller, düşünceler ve hatıraları yan yana getiren bir anlatı yapısı, nerdeyse sinemasal bir bilinç akışı tekniği olarak kullanıyor. Amacı, birbirinden kopuk gerçeküstü imgeleri sıralamaktan ziyade baştan sona Silverio'nun zihninde geçen bir filme imza atmak Kaldı ki, Silverio'nun zihninde olduğumuzu nerdeyse açıkça vurguladığı yerler var. Mesela, eşi Lucia (Griselda Siciliani) ve annesi, dudaklarını hiç kıpırdatmadığı halde konuşmasını duyduğumuz Silverio'yu 'Ağzından konuş, böyle tuhaf oluyor' diye uyarıyorlar. Inarritu, bazı sahnelerde Silverio'nun bir filmin içinde olduğunu da hissettiriyor. Mesela, arkadaşı Luis'in söylediklerini duymak istemediğinde onun sesini kısıyor. Meksika'nın geçmişine gittiğimiz sahnelerde ise bir dönem filminin setinde gibiyiz. 'Bardo'yu seyrederken başta 'Sekiz Buçuk' (1963) olmak üzere Federico Fellini'nin filmleri akla geliyor hiç kuşkusuz. Finale doğru, Bob Fosse'un yine 'Sekiz Buçuk'tan ilham alarak çektiği 'All That Jazz'i (1979) düşünüyoruz. Ne var ki, Fellini'den ziyade Jorge Luis Borges'ten esinlendiğini; anlatım yapısı olarak da Julio Cortazar'ın 'Seksek' romanından yola çıktığını söylüyor Inarritu. Kuşkusuz edebiyattan gelen esin kaynaklarına itiraz etmem mümkün değil. Sanat eserinde ortaya çıkan sonuç ile esin kaynakları arasında bazen bağ kuramazsınız. Önemli olan, sanatçının söylediğidir. Yine de filmi seyrederken Borges ve Cortazar gibi ilgi duyduğum ve sevdiğim yazarların aklıma geldiğini söyleyemem. Silverio bir sahnede 'Hafıza gerçeklerden yoksundur, bir tek duygusal inancı vardır' diyor. Gerçekten güzel ve anlamlı cümle; ama filmin bütününe baktığımda, 'Bardo'da Borges esinlenmeleri ve hafızadan ziyade başka temaların daha ağır bastığını düşünüyorum. Özellikle de Meksika ABD ekseni üzerinden ilerleyen politik alt metinlerin ve Silverio'nun kendini sorgulama süreci ile vicdani hesaplaşmasının filme asıl ruhunu verdiğine inanıyorum. Hatta 'Bardo'nun, Fellini sinemasından en çok ayrışan yanı belki bu politik tavrı Inarritu'nun filmin ilk bölümündeki o gerçeküstü imgelerin arasına, çokuluslu bir Amerikan şirketinin Meksika'da yapacağı büyük satın alma operasyonuyla ilgili haberi sıkıştırması, kuşkusuz rastlantı değil. Silverio'nun Amerikan konsolosu (Jay O. Sanders) ile Meksika'nın ABD'ye karşı verdiği özgürlük savaşının orta yerine film seyredercesine düşmesini unutmamak gerek. Inarritu, filmin ilk bölümlerinden başlayarak, Meksika ABD ilişkileri üzerine tarihsel perspektifle çok yönlü düşünüyor. Bir başka sahnede, Meksika'yı işgal eden ve Aztekleri soykırımdan geçiren Hernan Cortes ile Silverio'yu Mexico City'deki Zocalo Meydanı'nda cansız bedenlerden oluşan piramidin üstünde karşı karşıya getiriyor. Sömürgeciliğin henüz bitmediğini, sadece şekil değiştirdiğini; ayrıca Meksika burjuvazisinin de ülkeye pek hayrı olmadığının altını çiziyor. Amerikalıların ırk ayrımcılığının, Meksika'da sınıfsal ayrımcılığa dönüştüğünü gösteren 'Hizmetçiler giremez' sahnesini unutmamak gerek. ABD'ye vize ile girecek olanların toplama kampı disipliniyle yönlendirildiği havalimanı sahnesi de pas geçilecek gibi değil. Silverio'nun ABD'ye girerken Latin kökenli pasaport memuru ve onun Asyalı amiriyle yaşadığı 'O-1 vizesi ve kim Amerikalı, kim değil' tartışması buruk bir mizahın ürünü. O-1 vizesine sahip, varlıklı üst sınıf mensubu bir Meksikalı olarak Silverio'nun ülkesinde yaşadığı bir suçluluk duygusu var elbette. Buna karşın, kendine yönelik milliyetçi ve agresif önyargıları da umursamıyor. Konuyu en içten şekilde ancak çocuklarıyla tartışıp konuşabiliyor. Belli ki, Silverio'nun Meksika ve ABD ile kurduğu sevgi nefret ilişkilerini, tüm o yaman çelişkileri Inarritu da yaşıyor. Sözgelimi, Silverio'nun oğlu Lorenzo ve kızı Camila'yı Meksika'da değil ABD'de yetiştirmeyi tercih etmesi; kızının Meksika'ya dönmesine karşı çıkması, sürekli İngilizce konuşan oğluna karşı Meksika'yı savunması, Silverio'nun çelişkiler içinde yaşadığının göstergeleri. Öte yandan, başta talk şov sunucusu eski arkadaşı Luis olmak üzere, Meksika'daki aydınlar arasında 'Amerikan yalakası' olarak değerlendirildiğini görüyoruz. Silverio'nun Amerikalı gazetecilerden aldığı ödülün yerine Inarritu'nun Akademi'den aldığı Oscarları koyduğumuzda, zaten her şey yerli yerine oturuyor. Belgesel filminin galasının ardından California Dancing Club'ta düzenlenen partideki dans sahnesinde, Silverio'nun Meksika'da bir yabancı gibi görüldüğünü anlıyoruz.Hemen peşinden baba ve anneyle karşılaşma sahnelerinin gelmesi Silverio için Meksika'nın öncelikle aile anlamına geldiğinin göstergesi. Annesinin evinden çıktıktan sonra Mexico City sokaklarındaki yürüyüşünün İspanyolların yaptığı katliamlara uzanması da anlamlı. Çünkü Silverio'yu aile bağlarının dışında Meksikalı yapan tarihsel bir bağlam var. Paranın her şey anlamına geldiği ABD'ye gider gitmez kendini Meksikalı olarak hissedeceği, ülkesini özleyeceği o kadar aşikâr ki Etkileyici bir uzun plan olarak seyrettiğimiz televizyon stüdyosu sekansında sezdiğimiz gibi Inarritu, sınıf ayrımlarının keskin şekilde yaşandığı çağdaş Meksika'yı içi boş, gösterişli bir yalan dünyası olarak görüyor. Onun için ülkesinin asıl gerçeği ve acıları, Meksika ABD sınırında yaşanıyor. Inarritu birkaç sahnede Meksika'dan ABD'ye kaçak olarak girmeye çalışan yoksulların çaresizliğini, mucize beklentilerini, kendilerini Meryem Ana'ya emanet etmelerini trajik imgelere dönüştürüyor. Meksika ile ABD sınırındaki çölü, kaçak göçmenlerin çilesinin simgesi olarak gösteriyor. Yüzleri toz toprakla kaplı kaçak göçmenler çağdaş Meksika'yı yansıtan karamsar imgelerden biri. Çektiği belgeselin finalinde konuşan çete mensubunun tanımladığı öfkeli, şiddet dolu yeni alt sınıf ise Meksika'nın bir başka trajedisi Arri Alexa