Hazine kimin

Hazine, şehrin suyunun, tertemiz borularla toplandığı depodan, yine tertemiz su borularıyla ihtiyacı olan her eve çekilen su şebekesiyle dağıtıldığı gibi, hazineye gelenler hemen vakit geçirilmeden halkın ihtiyaçları için dağıtılmıştır.

Hazreti Ebubekir vefat edince hazine tamtakır ama halk mutluydu.

Halkın güçlü olması demek, hazinenin, cihadı ve her şeyin güçlü olması demektir.

Hazine, Sevgili Peygamberimiz zamanında devletin gelirleriyle toplanan ve hemen halkın ihtiyaç sahibi insanlara insanca yaşayacak şekilde dağıtılırdı.

Nizamiye medreseleri/üniversitelerini kuran, Kur'an, hadis, fıkıh, sosyoloji, strateji… konularda uzman ama aynı zamanda Alpaslan'la omuz omuza, yan yana kılıç sallayan Nizamü'l-Mülkü dinleyelim:

"Rivayet olunur ki, Ömer bin Abdulaziz (rahmetullahi aleyh) zamanında bir kıtlık baş göstermiş ve halk perişan olmuştu. Araplardan bir heyet, Ömer'in huzuruna vararak şikâyetlerini dile getirdiler:

"Ya Emirül-mü'mînin, açlıktan et ve kanlarımıza dadandık, yani ki açlıktan kırıldık.

Betimiz benzimiz kireç kesilmiş. İhtiyacımız olan yiyecek ancak hazinede bulunabilir.

Hazineye yığdıkların ya bizzat senin, ya Rab Teâlâ'nın, yahut da Cenab-ı Hakk'ın kullarınındır.

Eğer ki, hazinedekiler Rab Teâlâ'nın ise Rabbin onlara ihtiyacı yoktur ve dahi biz de O'nun kullarıyız.

Eğer ki hazinedekiler bizzat senin ise, 'Bize karşı cömert ol çünkü Allah cömertçe verenleri ödüllendirir.' [Yusuf, 88]

Bize hayrına bağışla da Allah mükâfatını sana eriştirir. Yok, eğer bizim ise hazineyi bize ver de şu darlıktan düze çıkalım, baksana bir deri bir kemik kalmışız."

Ömer bin Abdulaziz, onların bu halini görünce içi parçalanarak gözünde yaşlar birikti. Ve şöyle dedi: "Dediğiniz gibi olsun." Kendileriyle ilgilenilip isteklerinin derhal yerine getirilmesini emretti.

Müsaade istedikleri vakit Ömer bin Abdulaziz: "Ey insanlar, nereye böyle, Hakk Teâlâ'nın kullarının dava ve şikâyetlerini bana arz ettiğiniz gibi, benim maruzatımı da Hakk Teâlâ'ya arz edin, yani ki ismimi hayırla yâd ederek bana hayır dualarda bulunun" dedi.

Ardından o Arap tayfası ellerini göğe açarak: "Ya Rabbi, yüceliğine and olsun ki Ömer bin Abdulaziz biz kullarına nasıl muamele ettiyse sen de ona öyle muamele et" diye dua ettiler. (Nizamü'l-Mülk, Siyasetname, sekizinci fasıl)

Bu olayı, Mehmet Akif Ersoy, Safahat'ında şiir diliyle anlatmış:

DİRVÂS

………….

………….

Derler ki: Ümeyye'den Hişâm'ın

Devrinde, yakınlarında Şâm'ın,

Üç yıl ekin olmamış kuraktan.

Can kaydına düşmüş artık urban.

Her hayme mezâr olup kapanmış:

Altında beş on kadîd uzanmış.

Bakmış ki meşâyih-i kabâil:

Sıyrılmayacak bu derd-i hâil;

Bir karyede toplanıp, demişler:

Durdukça helâkimiz mukarrer.

Mâdemki şüyûhuyuz bu halkın,

Kalkın gidelim Hişâm'a, kalkın.

Bir duysa Halîfe'miz bu hâli;

Var merhamet etmek ihtimâli.

Hiç ak sakalıyla bir alay pîr,

Eyler de Emîr'e hâli tasvîr,

Görmez mi o, halkı rahme şâyan

Sultansa da taş değil ya: İnsan!

Teklîfi kabûl eder bütün nâs;

Derler, yalınız: "Bulunsa Dirvâs.

Sinnen daha pek çocuktur amma

Olmaz o kadar talâkat aslâ."

Vaktâ ki girer şüyûh Şâm'a,

Derhâl haber gider Hişâm'a:

Derler ki, beş on kabîle geldi.

Der: Gelsinler sarâya şimdi.

Birlikte çocuk dalar huzûra,

Evvelce duâ eder de sonra,

Hiç pervâsız girer kelâma...

Lâkin bu tuhaf gelir Hişâm'a;

Der: Sus a çocuk, büyük dururken,

Söz sâdır olur mu hiç küçükten

Dirvâs o zaman kelâmı tekrâr

Teshîr ile der: "Nedir bu âzâr!

Mikyâsı mıdır zekâvetin sin

Dirvâs'ı çocuk mu zannedersin

Bir dinle de sonra gör çocuk mu

İnsâf nedir o sizde yok mu

Ben söyleyeyim de bir efendim,

Susturmak elindedir efendim."

Dirvâs bakar Melik'te ses yok;

Mecliste değil ki ses, nefes yok;

Mu'tâdı olan talâkatıyle