2009-2013 yılları arasında yürütülen çözüm süreci, çoğu kişinin sandığının aksine içerideki bir dinamikten değil, "Kobani" provokasyonu gibi dış bir etkenden dolayı bozulmuştu. PKK, sürecin sunduğu tarihî fırsatlar ortadayken, Suriye'nin kuzeyinde ortaya çıkan "bağımsız devlet" vaadinin peşine takıldı. Örgüte bu vaadi sunan arka plandaki gücün ise İsrail olduğu bilinen bir gerçekti. Devlet ile İmralı arasında belirli bir mutabakat oluşmasına rağmen, İsrail'in bölgesel hesapları ile FETÖ ve PKK üzerindeki manipülasyonları, 2009-2013 arasındaki çözüm sürecini akamete uğratan temel unsurlar oldu.
Bugün "Terörsüz Türkiye" adıyla anılan yeni çözüm arayışlarının önündeki zorluklar da, aradan geçen on yıla rağmen büyük ölçüde aynı. Üstelik bu kez PKK'nın Suriye kolu SDG, uluslararası güçlerin desteğiyle daha da palazlanmış durumda. Örgüt, dış aktörlerin sağladığı bu desteğe yaslanarak bağımsız devletten daha aşağısına razı olmayacak bir özgüvene sahip. Ne var ki bu özgüven, tamamen dış faktörlere dayandığı için kalıcı değil; konjonktürel bir görüntü sergiliyor.
Bu nedenle PKK, devlet ile İmralı arasında çözüm adına oluşturulan yeni mutabakata mesafeli duruyor. Örgütün "fesih", "silahların yakılması" gibi adımları, daha çok vitrin niteliği taşıyor; pratikte İmralı'yı idare etmeye yönelik sembolik hamlelerden ibaret kalıyor. Öcalan'ın Suriye'de SDG'yi bağlayan çağrılarına ise uyulmuş değil. Çeşitli şartlar ve ön koşullar öne sürülerek SDG'nin Suriye düzenine entegrasyonunun önüne set çekildiği görülüyor. Devlette ve bazı çevrelerde bu tutum, PKK'nın pazarlık gücünü artırma çabası olarak yorumlanıyor. Oysa Suriye sahasında gösterilen direnç, doğrudan İmralı'da varılan mutabakata yönelik bir dirençtir; asıl düğüm burada.
Öcalan, geçmişte olduğu gibi bugün de "çözerim" iddiasıyla sürece güçlü bir giriş yapsa bile, kritik aşamalarda PKK'nın istemediği hiçbir adımı atmaya yanaşmıyor. Örgüt içi denge bu konuda belirleyici olmaya devam ediyor.

3