Umut satmak ve hayal kurdurmak

Düşünsenize… Bir sabah uyanıyorsunuz, kahvenizi alıp koltuğa gömülüyorsunuz ve televizyonu açıyorsunuz. Karşınızda bir reklam: Parlak kırmızı bir Ferrari, kıvrımlı bir yolda rüzgar gibi gidiyor.

Arabanın içinde, güneş gözlüklü bir adam… Rahat, özgüvenli, sanki hayat ona tüm kapılarını açmış gibi. Bir anda içinizde kıpırdanmalar başlıyor: "Ben de öyle hissedebilirim... Belki bir gün..." Burada başlıyor reklamın asıl sihri.

Reklam, bize gerçeği söylemek zorunda değil. Hatta çoğu zaman söylemiyor da zaten. Reklamın amacı ürünün içeriğini ya da teknik detaylarını anlatmak değil; bize bir hayal satmak.

Belki bir ihtiyaç yaratmak. Daha da önemlisi, bizim içten içe arzuladığımız o şeyin tam karşılığıymış gibi davranmak. Ferrari tam olarak bunu yapıyor mesela.

Düşünün; bu araba sadece dört tekerlek ve bir motordan ibaret değil. Bir Ferrari gördüğümüzde aklımıza gelen üç şey var: Sosyal tanınma, özgürlük ve kahramanlık. Hani neredeyse bir süper kahraman gibi hissediyoruz o direksiyona geçtiğimizi düşündüğümüzde.

Aynı şeyi Tiffany yapıyor, Gucci yapıyor, Ferragamo yapıyor. Bir çanta değil o sattıkları; bir statü, bir "ben de varım" duygusu.

Bu strateji yeni de değil aslında. Charles Revson yıllar önce ne güzel özetlemiş: "Biz fabrikamızda ruj üretiyoruz. Reklamımızda umut satıyoruz."

Ne kadar dürüst bir cümle, değil mi

Ruj üretip umut satmak. Belki de hayatın kendisi biraz böyle. Hepimiz umutlarla ayakta duruyoruz, hayaller kuruyoruz. Reklamlar da işte tam bu damarımızı buluyor. Gerçeklerden çok duygulara, mantıktan çok hislerimize hitap ediyor.