Markete giriyorsun, alışverişini yapıyorsun ve kasada sana diyorlar ki "Tebrikler, bugün 50 puan kazandın! Birkaç alışveriş sonra bedava kahve senin." O an yüzünde oluşan tebessümü biliyorum. Bu gamification'ın büyüsü.
Müşteriyi sadece ürünle buluşturmak artık yeterli olmuyor. Bugün herkes kaliteli mal satıyor, hızlı gönderim yapıyor, güzel paketliyor.
Peki fark nerede Müşterinin markayla yaşadığı deneyimde. Bir uygulamaya girdiğinde mini görevler görmek, küçük yarışmalara katılmak, puan biriktirip sürpriz hediyeler almak… kullanıcıyı eğlenceli bir yolculuğa çıkarıyor.
Spor salonuna gidiyorsun uygulama sana "Bu hafta 3 kez antrenmana gel, özel rozet kazan" diye bildirim gönderiyor.
Rozeti alınca bir sonraki hedefin kendiliğinden beliriyor. Beden çalışıyor, zihin oynuyor, motivasyon artıyor. Aynı mantık alışverişten bankacılığa, eğitimden yeme içmeye kadar her yerde kullanılabiliyor.
Burada kritik bir nokta var. İnsanlar sadece ihtiyaç için satın almıyor, hissetmek için de satın alıyorlar.
Eğlenceli bir deneyim yaşatan marka akılda kalıyor. Oyunlaştırma işte bu yüzden bu kadar güçlü. Alışverişi rutinden çıkarıp keyifli bir maceraya dönüştürüyor.
Bir restoran düşün…
Menüden yemek sipariş ediyorsun, her siparişte puan birikiyor. Belirli bir seviyeye gelince "Gizli menüye erişim hakkı kazandınız" bildirimi alıyorsun.
Hemen merak ediyorsun: Gizli menüde neler var Tam da bu noktada müşteri ile marka arasında sırdaşlık ilişkisi kuruluyor.
Müşteri kendini özel hissediyor. O özel his sadakatten çok daha güçlü bir bağ yaratıyor.
Aynı şey kahve zincirlerinde, e-ticaret sitelerinde, hatta bankacılık uygulamalarında da geçerli.
Mobil uygulamada basit bir görev tamamlıyorsun rozet kazanıyorsun, bu da seni uygulamayı tekrar açmaya teşvik ediyor.
Bazen sırf o rozet için bile işlem yapıyorsun. Buradaki gizli formül, insanın oyun içgüdüsüne dokunmak.
Gamification'ın bir başka güzelliği de topluluk duygusu oluşturması. Kullanıcılar birbirlerini görebiliyor, sıralamaları takip edebiliyor, hatta yarışabiliyor.