Trump yönetiminin ulusal güvenlik strateji belgesi, Amerika'nın uzun yıllardır devam eden küresel liberal sistemin liderliği iddiasından vazgeçtiğinin en çarpıcı örneği olarak öne çıkıyor. Belgede listelenen tehdit ve meydan okumalara bakıldığında, 'Önce Amerika' ideolojisinin liberal enternasyonalist sistemi başlı başına bir sorun olarak tanımladığı ve kıta Amerika'sının sınırlarını korumaya odaklanan bir ulusalcılığa evirildiği görülüyor. Bush, Obama ve Biden yönetimlerinin Amerikan liderliğindeki liberal küresel düzenin devamını ulusal güvenliğin ana ekseni olarak tanımlamalarından keskin bir kopuş öngören Trump, sınır güvenliği ve ekonomik milliyetçiliğe vurgu yapan bir ulusal egemenlik anlayışını öne çıkarıyor. Bush'un demokrasi promosyonu, Obama'nın Asya pivotu ve Biden'ın otokrasilerle demokrasilerin mücadelesi gibi Amerika'nın uluslararası konumunu merkeze alan kavramsallaştırmalara savaş açan Trump, kitlesel göçle mücadele, ekonomik bağımsızlık ve kültür savaşlarını ulusal güvenliğin en acil meseleleri olarak görüyor.
LİBERAL KONSENSÜSÜN SONU
Amerikan stratejistleri Soğuk Savaş dönemi ve sonrasında liberal kapitalizmin insanlık için en hayırlı sistem olduğu varsayımından yola çıkarak ABD'nin bu sistemin liderliğini yapmasında ısrarcı oldular. Serbest ticaret ve piyasa ekonomisinin Amerikan çıkarlarının temeli sayıldığı ve kurallara dayalı uluslararası sistemin devletler arası ilişkileri dizayn ettiği liberal konsensüs hem Cumhuriyetçi hem de Demokrat yönetimler tarafından savunuldu. Örneğin 11 Eylül sonrasında teröre savaş açan Bush yönetimi, serbest piyasa kapitalizmini ve demokrasi promosyonunu Amerikan ulusal güvenlik stratejisinin temeli olarak görüyordu. Obama yönetimi de Amerika'nın toplu imha silahları ve iklim gibi küresel meydan okumalara karşı liderlik iddiasını uluslararası kurum ve kuralları güçlendirerek devam ettirmeye çalıştı. Biden da benzer bir enternasyonalist liberal tavır takınarak demokrasilerin otokrasilere karşı mücadeleyi kazanmasının Amerikan liderliğinin devamı için temel gereklilik olduğu fikrini benimsiyordu.
Amerikan kapitalizminin liberal serbest piyasa savunusu, büyük şirketlerinin dünyanın bütün pazarlarına rahat giriş sağlamak istemesiyle doğrudan bağlantılıydı. Bunun en önemli sonuçlarından biri Çin'in Dünya Ticaret Örgütü'ne kabul edilerek kapitalist sisteme dahil edilmesi olmuştu. Amerika'daki üretim altyapısının zamanla Çin ve Asya'nın geri kalanına kayması, kıta Amerika'sında endüstriyel istihdamı vurmuştu. Buna tepki olarak seçmenlerin Obama ve Trump gibi sistem dışı isimlere teveccüh etmesi, liberal konsensüsün Amerikan halkı tarafından çok da benimsenmediğine işaret ediyordu. Obama'nın uluslararası sistemin yükünden çok daha fazla bahsederek 'yük paylaşımı' ifadesini sıklıkla kullanması, Amerika'nın kendi kurduğu uluslararası sistemin yükünden şikâyet etmeye başladığını gösteriyordu. Trump'ın istihdam ve göç sorununu gündeme getirerek başarılı olmasının temelinde Amerikan elitlerinin liberal konsensüsünün halk tarafından paylaşılmadığını görmesi yatıyordu.
AMERİKA'NIN YENİ STRATEJİSİ OLARAK ULUSALCILIK
Trump'ın ilk döneminde ülkeyi liberal konsensüsün savunucusu aktörlerle yönetmeye çalışması, ulusalcı söylemlerinin hayata geçirilmesinin önünde önemli bir engel olmuştu. İkinci başkanlık döneminde ise çoğu Washington'a yabancı ve tamamen kendine sadık isimleri yönetimine alması, ulusalcı ajandasını uygulamasını kolaylaştırdı. Trump'ın strateji belgesinde liberal konsensüsün savunucusu 'elitlerin' küresel hakimiyet arayışının ve serbest ticareti benimsemelerinin sert biçimde eleştirildiğini görüyoruz. Uluslararası sistem ve kurumların Amerikan egemenliğinin önünde engel teşkil ettiğini savunan Trump, ulusal sınırları kitlesel göçe ve yabancı mallara karşı korumayı temel ulusal çıkar olarak tanımlıyor. Belgede ortaya konulan 'Önce Amerika' perspektifi, Amerika'nın küreselci liberal konsensüsten koparak kıta Amerika'sına odaklanan ulusalcı bir stratejiye geçtiğinin açık bir ifadesi olarak karşımıza çıkıyor.
Liberal konsensüsün Amerikan liderliğinin önündeki ana stratejik tehdit olarak gördüğü Çin'i ekonomik rakip olarak tanımlamakla yetinen Trump, gümrük vergilerini stratejik silah olarak kullanarak endüstriyel üretim altyapısını kıta Amerika'sına geri getirmekten bahsediyor. Trump enerjide Amerikan kaynaklarını kullanarak üstünlük sağlamak, Amerikan çalışanlarını öncelemek ve ticaret açığıyla mücadele gibi başlıklar üzerinden savunduğu ekonomik milliyetçiliği stratejisinin ana eksenine oturtuyor. Yeniden endüstrileşme sözü verse de şu ana kadar bununla ilgili kapsamlı bir program ortaya koymayan Trump yönetimi, şimdiye kadar Amerikan teknoloji devlerinin ve diğer ülkelerin Amerika'ya yatırım yapmalarını öne çıkardı. Bu yatırımların yeni bir endüstrileşme dönemini tetikleyerek Amerikan çalışanlarına doğrudan yeni istihdam yaratması ne kadar mümkün olacak bunu zaman gösterecek ama Trump'ın stratejisinin uluslararası ticarete şüpheyle yaklaşan radikal bir tavır aldığı kesin.

4