Vergi adaletsizliğine ilişkin en sert eleştirilerin Maliye'den gelmesine kaç puan
Herhalde insanlık tarihi boyunca vergisini gönüllü olarak ödeyen tek bir kişi bile bulamazsınız. Ödememenin cezası bu kadar yüksek olmasa, bugün de dünya üzerinde tek bir kişi bile vergi ödemezdi.
Düşünsenize, emeğinizle çalışıyor, maaş alıyorsunuz ama bu gelirin yüzde 25'iyle yüzde 40'ına devlet el koyuyor.
Şirket kuruyorsunuz, şirket kârının dörtte birine devlet ortak. Zarar ederseniz sizin zararınız ama kâr ederseniz bir ortağınız var, anında parayı alıyor. Daha fenası şu, siz bu vergiyi (kurumlar vergisi) ödedikten sonra kalan parayı kendi ve ortaklarınızın kazancı olarak cebinize aktarmak isterseniz, aynı devlet ondan da yüzde 25-40 arası gelir vergisi alıyor.
Geçen yılın sonbaharında yayınladığım kitabımda (İnsan Uygarlığının Kısa Tarihi) herkesin anlayacağı bir dille anlatmaya çalıştığım konulardan biri de vergiydi.
İnsanlık, bundan 12-13 bin yıl önce yaşanan tarım devriminin ardından tamamen yeni bir yaşama düzenine geçtiklerinde, bu düzenin getirdiği yeni icatlardan biri de vergiydi. Köydeki derebeyi de haraç adı altında vergi alıyordu, tarihin yazdığı ilk büyük devlet olan Sümerler de vergi alıyordu. Vergi, Yahudi ve Hristiyanların kutsal kitabı 'Eski Ahid'de de geçen bir kavram. Mısır firavunları, üretilen buğdayın üçte birine vergi adı altında el koyarmış.
Verginin varlığı ve mecburiyeti insanlık için o kadar rahatsız edici bir şeymiş ki, insanlar bu sebeple demokrasiyi icat etmişler. 1215 tarihli Magna Carta, kralın vergi salma yetkisinin sınırlanmasının belgesidir esas olarak. Bu belge temsili demokrasiyi beraberinde getirmiştir.
Demokrasi adı verilen rejimin özü hesap verirliktir. En önemli hesap ise vergilerin nereye nasıl harcandığı konusunda verilendir. Buna demokraside 'Bütçe hakkı' adı verilir.
Vatandaşından çatır çatır vergi topladığı halde 'bütçe hakkı'nı ona çok gören, yani hesap vermekten kaçınan rejimlere 'yarı demokrasi', 'otoriter rejim' gibi isimler veriliyor. Türkiye o rejimlerden biri.
'Ben sadece Allah'a ve seçmene hesap veririm' diyen siyasetçilerin bir ortak yönü var: Kimseye hesap vermeden yönetmek, daha doğrusu para harcamak isterler o yöneticiler. Evet, devlet yönetmek esas olarak ne kadar paranın kime aktarılacağına karar vermektir.
Turgut Özal'ın bütçe kısıtlarından kurtulmak için bulduğu yol, onlarca fon yaratmak, bu fonlara vergi benzeri kaynakları aktarmak, sonra da o fonlardaki parayı dilediği gibi harcamaktı.
2001 krizinde bu fonların tamamı kapatılınca iktidara gelen Tayyip Erdoğan bir süre bocaladı. Biz o bocalama dönemine 'Erdoğan'ın altın çağı' (2003-2008) dedik ama kendisi hiç öyle düşünmüyordu. Kısa zamanda kamu-özel işbirliği, yap-işlet-devret gibi bütçe dışı harcama yöntemlerine yöneldi Erdoğan da. O arada Meclis'teki mutlak çoğunluğu sayesinde bütçede de istediği gibi at oynattı.
2018-2023 dönemi bu serbestçe at oynatmanın doruğuydu. Bugün milli gelirimizin yüzde 6,5'una varan hatta aşması beklenen bütçe açıklarını konuşuyoruz, tam da o serbestçe at oynatma dönemi yüzünden.
Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de de bütçede yaratılan her açık, sonunda döner dolaşır vatandaşa enflasyon olarak yansır. Türkiye şimdi o enflasyonu indirmeye, yani bütçe açığını kabul edilebilir bir seviyeye getirmeye uğraşıyor. Günlerdir vergi artışlarını bu yüzden konuşuyoruz.
Konuşuyoruz ama galiba bu tartışmanın hakkını tam olarak veremiyoruz. Çünkü Hazine ve Maliye Bakanlığı'na bağlı Gelir İdaresi Başkanlığı'nın yüzümüze çarptığı gerçeği henüz tam olarak idrak edemedik.