Türkiye'nin bir büyük kahraman devlet adamı öldü, adını bile bilmiyordunuz

İki gündür kendimi eski Türkiye ile yeni Türkiye arasındaki en temel farkı düşünürken yakalıyorum sürekli.

Sebebi şu:

Cumartesi gecesi geç vakitte, "eski Türkiye"den arkadaşım Mehmet Ali Bayar bana "Süreyya Serdengeçti öldü diye bir şey duydum, doğru mu" diye sormuş.

Ben soruyu ancak pazar sabahı 05.30'da uyandığımda gördüm, o saatte henüz haberleri kontrol etmemiştim, bilmiyordum Serdengeçti'nin öldüğünü. Ama birkaç dakika sonra öğrendim, evet maalesef Süreyya Serdengeçti'yi kaybetmiştik.

Üç yıldır kanser tedavisi görüyordu, sonunda vücudu bu yüke dayanamamış, hastanede hayatını kaybetmişti.

İtiraf edeyim, Serdengeçti ile en son herhalde üç veya dört yıl önce karşılaşmış, ayak üstü hasret gidermeye çalışmıştık. Birkaç yıl önce de yazdığım bir yazı için beni aramış, yaptığım bilgi yanlışlarını düzeltmişti. Yıllardır pek temasım yoktu.

Ama onun ölümü, beni aldı en sonunda eski Türkiye ile yeni Türkiye arasındaki farkları düşünmeye zorladı.

Baştan söyleyeyim: Süreyya Serdengeçti, her bakımdan bugün adına "Yeni Türkiye" denen ve esasen bir durum olmaktan çok bir zihniyet olan şeylerin tam tersiydi. Hatta anti-teziydi.

Tanımak onuruna ulaştığım çok sayıda olağanüstü bürokrat-teknokrattan biriydi. Vatan sevgisi, devlet sevgisi ve şuuru her zaman kendi kişisel siyasi görüşlerinden önce gelen, mütevazılığın ve görevini yaptı diye alkış beklememenin ama görevini iyi yapmadığı zaman eleştirilere açık, hesap vermeye açık olmanın cisimleşmiş haliydi.

Yeni Türkiye zihniyeti, basitçe işini yaptı diye övgü bekleyen, kimse yapmazsa kendi övgüsünü kendisi yapan, altında çalışan insanların bütün iyi işlerine sahip çıkıp işler aksadığı zaman suçu başkalarına atmakta bir an tereddüt etmeyen, hiçbir biçimde hesap vermeyen, sigaya çekilmeye şiddetle (evet kelimenin sözlük anlamı olan şiddetle) karşılık veren bir şey.

Süreyya Serdengeçti bunların tam tersiydi.

Düşünün, sadece üç yılda Türkiye'de enflasyonu tek haneye indiren Merkez Bankası Başkanıydı. Bunu birbirinin tam tersi dünya görüşlerine sahip iki ayrı hükümetle çalışırken başarmıştı ve bir gün bile çıkıp "Enflasyonu ben düşürdüm" demedi. Ve o bunu demediği için siz de onun adını bile duymadınız, tarihe isimsiz kahramanlardan biri olarak geçti.

Devlet adamı olma şuuru ve vatan sevgisi o seviyede yüksekti ki, devletteki görevinden ayrıldığı 2006'dan sonra, bir sürü sıkıntılı dönemden geçilirken bile bir kere olsun çıkıp üstten cümlelerle konuşmadı, "Bu işin doğrusu şudur" demedi. Bunları diyebilecek seviyede bilgi sahibi bir insan olmasına rağmen, geçmiş başarıları onun sahiden doğrusunu söyleyeceğinin garantisi olmasına rağmen bunu yapmadı. Ağzı olanın konuştuğu, saçmalamanın tamamen serbest olduğu bir ülkede onun susmasının anlamını kavrayamadık.

Yeni Türkiye tam olarak bu: Bilgisizlerin konuştuğu, her konunun siyasi tercih meselesi haline geldiği ve siyasi mahallelerin hata bile yapsalar sonuna kadar korunduğu, kollandığı bir düzen.

Liyakat-Liyakatsizlik en çok kullandığımız eleştiri kelimeleri yeni Türkiye'de. Ama çoğu zaman bunları anlamları üzerinde düşünmüyoruz, sadece kendi taraftarını hak etmediği halde bir işin başına getirmeyi anlıyoruz liyakatsizden. Yanlış da değil bu anlam ama Merkez Bankası Başkanlığı gibi bir görev söz konusu olduğunda liyakatliyle liyakatsizi ayırt etmek çok büyük bir önem taşıyor.

Süreyya Serdengeçti, 2001 yılında o göreve 5 yıllığına atandı. O dönemde çıkan kanun değişikliği de onun görevden alınmasını imkansızlaştırarak Merkez Bankası bağımsızlığını garantiye aldı.

2003 başında Ak Parti hükümeti iktidara geldiğinde Serdengeçti'yi değiştirmek istedi aslında. Neyse ki Ali Babacan o zaman "Piyasa çok sarsılır" diyerek kendi başbakanını korkutarak buna engel oldu. Oysa zaten kanuni engel vardı. Ve o kanuni engel tam da bunun için vardı: Merkez Bankasına gündelik siyasi kaygılarla hükümetlerin müdahalesini önlemek için.

Aslında 2006'da yeniden aynı göreve atanmayı hak ediyordu Serdengeçti. Onun başarılarının tamamı hükümetin hanesine yazılmıştı, Ak Parti bu başarılara sahip çıkıyor ve övgü bekliyordu ama o makamda kendilerinden olmayan birinin bulunmasına da tahammül edemiyorlardı. Mesele iş yapmak, ülke için doğrusunu yapmak değil de "Bize benzer birini" göreve getirmek olunca akan sular duruyor, konu tartışma dışı kabul ediliyordu. Liyakatsizlik tam olarak bu: Bir işe atanmak için gereken kriterlerin o işin gerektirdiklerinden tamamen kopuk, başka bir şey olması hali yani.