İtiraflarla başlayayım: Ekim ayında Devlet Bahçeli'nin gidip DEM Partililerin elini sıkmasını ciddiye almadım, bunu öteden beri bildiğimiz Bahçeli'nin kişisel ilişkilerdeki nezaketine bağladım, daha fazla anlam aramanın yanlış olduğunu söyledim.
Bazı gazeteciler ısrarla ve inatla İmralı ile yapılan gizli temaslardan söz ederken onları da ciddiye almadım.
Süreci ciddiye almaya ancak Devlet Bahçeli çıkıp "Apo gelsin Meclis'te konuşsun" dediğinde yanaştım ama o zaman bile aklım tam yatmadı. PKK'nın ve Abdullah Öcalan'ın karşılığında hiçbir şey almadan silahları bırakacağına, örgütü feshedeceğine, hele hele Suriye'deki "kazanım"lardan vazgeçeceğine ikna olmadım.
Devlet Bahçeli ile Tayyip Erdoğan'ın arasında bu konunun bir "çekişme" konusu olduğuna, Bahçeli'nin bu çıkışları Erdoğan'ın olası bir başka çıkışını (veya denemesini) boşa çıkartmak için yaptığına inandım.
Gördüğünüz gibi bir müzmin muhalif solcunun geçtiği bütün yollardan geçtim; oysa kendimi ne solcu olarak görüyorum ne de muhalif.
Genellikle iyimser olmak için kendimi zorlarım ama kötümser olmanın kolaycılığına kendimi kaptırdım.
Ve şu geride kalan 5 ayı aşkın sürede her aşamada yanıldım.
Aralık ayı başında Suriye'de rejim değiştiğinde iyimserler safına geçtim. Çünkü bir şey net olarak gözüküyordu: Suriye'deki PKKYPG için yolun sonu belliydi ve bu örgütün uzun zamandır sürdürdüğü hayallerini (Rojava Devrimi) sürdürmesinin bir yolu kalmamıştı.
Kuzey Irak'ta Kandil Dağında üslenmiş olan PKK uzun zamandan beri anlamını kaybetmişti zaten; hele terörle mücadelede Türkiye'nin elde ettiği ezici başarı bu örgütü marjinalize etmekteydi. Silahlı Kürt hareketinin ateşine gelen yegane har, Suriye'deki özerklikten kaynaklanıyordu. Şimdi o da bitince, Kandil ve PKK tamamen anlamsızlaşacaktı.
Birden bire Devlet Bahçeli'nin çağrıları anlam ifade eder hale geldi benim için. Belki de sahiden tünelin ucunda bir ışık vardı ve üstelik tünel öyle sandığımız kadar uzun bir tünel de değildi.
Derken Öcalan'ın "ama"sız, "fakat"sız çağrısı geldi. O çağrıya beklenen direniş ve tepkiler sergilendi ancak bunlar o kadar da güçlü değildi.
Devlet Bahçeli kendi hamasi ve aslında okuması da zor üslubu içinde çok kritik bazı mesajlar verdi, Kürt sorunu açısından (ve kendi geçmişi açısından) gerçekten çok büyük dönüşüm anlamına gelen şeyler söyledi. Mesela "Burası Türk-Kürt ortak vatanımız" dedi. Mesela Tuncer Bakırhan'a telefon edip "Demokratikleşmeyi birlikte yapacağız" dedi.
Birkaç hafta önce Suriye'den önemli bir haber geldi. Oradaki PKKYPG'nin kullandığı isim olan SDG bir dizi karar aldı, Suriye merkezi hükümetine katılmayı, içindeki yabancı savaşçıları (siz bunu Türkiye'den ve Irak'tan oraya giden PKK'lılar diye okuyun) evlerine yollamayı ve Şam hükümetinin açıkladığı şartlarda Suriye ordusuna katılmayı kabul etti ama henüz özerkliğin tamamından vazgeçmemişti. Ben o zaman bu haberi çok önemsedim ama tuhaf biçimde Türkiye'de konuyu benden başka önemseyen olmadı. Kimse PKKYPG'nin kendini feshedeceğine inanmıyordu.
Ardından Mazlum Kobani'nin (veya Abdi'nin, hangisini tercih ederseniz) Şam'da Ahmet Şara ile müzakere yürüttüğü haberleri geldi. Müzakere yürüyordu ama Şam hükümeti de bir yandan içlerine hiç Kürt temsilci almadan yoluna devam ediyordu.
Türkiye'de Sedat Ergin ve benim dışımda kimsenin ilgilenmediği bir başka önemli gelişme yaşandı, Türk Silahlı Kuvvetleri Afrin'den çekildi, bu önemli Kürt şehrini Şam yönetimine bıraktı. Bu belli ki bir güven arttırıcı önlemdi. Türk ordusu Afrin'e girdiğinde bu şehirden 300 bin Kürt kaçmıştı. Sonra onların bir bölümü geri döndü ama hepsi dönmedi. Bu konu önemli bir insani konu Kuzey Suriye'de. Şimdi TSK'nın ayrılmasıyla Kürtlere dönüş imkanı daha genişledi.
Ve nihayet dün akşam Ahmet Şara ile sivil kıyafetler için Mazlum Kobani'nin el sıkışma fotoğrafı geldi. Bir anlaşma imzalamışlardı, PKKYPG sahiden kendini feshediyordu, Rojava özerkliği sona eriyordu.