Demokratik eşitliğin hayalini bile kuramamak
Birkaç gün önce İsmail Saymaz'ın HalkTV'nin web sitesindeki yazısında MHP lideri Devlet Bahçeli'nin birkaç ay önce MHP içinde düzenlenen bir toplantıda 'İki Cumhurbaşkanı yardımcısından biri Kürt biri Alevi olsun' dediğini okuduk hep birlikte.
Bahçeli sahiden böyle demiş miydi Dün kendisi de söyledi ki, evet demişti.
Bahçeli'nin bu sözleri üzerine ne yorumlar yapılıyor ne siyasi komplo teorileri çıkarılıyor.
Oysa Bahçeli'nin sözlerinin bir temenni olarak çok da fazla kıymeti harbiyesi yok. Daha doğrusu siyaseten anlamlı bir büyük kıymeti var bu sözlerin: Bugüne kadar siyaset sahnesinde hep diğer etnik ve dini/mezhebi kökenlerin kollektif olarak varlığını reddetmiş bir partinin bu kollektif kültürel kimliklerin varlığını kabul etmeye ufak ufak yanaşması anlamına geliyor.
Türkiye'de elbette Kürtler de var, Aleviler de… Ama MHP bu grupların grup olarak değil o grup mensuplarının birey olarak varlıklarını kabul eden partinin adı.
Yani 'Aleviler' yok ama 'Alevi vatandaş' var; 'Kürtler' yok ama 'Kürt kökenli vatandaş' var. Bunu diyordu MHP. Şimdi liderinin ağzından, parti içi bir toplantıda söz konusu grupların grup olarak temsilinin de mümkün olabileceğini söylüyor.
Gerçi Bahçeli'nin dünkü uzun yazılı açıklaması yine birey Alevi ve birey Kürtten söz ediyor olsa bile, bu sözlerin neyi ifade ettiği açık.
Etnik/Dini bölünmesi bizden daha keskin ülkeler var. Bahçeli'nin sözleri üzerine hemen Lübnan akla geldi. O ülkede Hıristiyan/Müslüman bölünmesinden Anayasa kuralı çıkmış. Türkiye'nin artık hiç hatırlamadığı bir de Kıbrıs Cumhuriyeti var elbette. Burada da Türk ve Rum grupların Anayasaya dayalı bölünmesi en sonunda önce bir etnik temizlik girişimi, ardından daha yeni 51. yılı kutlanan bir savaş ve son olarak iki devlet ortaya çıkardı.
Bahçeli'nin kastettiği herhalde Lübnan veya Kıbrıs gibi etnik grupların isimleriyle Anayasada sayılması olamaz. Üniter devlet ilkesinden herhalde en son vazgeçecek kişi Devlet Bahçeli ve onun partisi MHP olmalı.
Ancak elbette üniter devletten ne anladığımız ve onu nasıl uyguladığımız konusu mutlaka tartışılması gereken ve geçmiş uygulamaları mutlaka değiştirmemiz gereken bir alan, buna kuşku yok. Nitekim bugünkü 'Terörsüz Türkiye' sürecinin bütün siyasi pazarlığı da bu konuda yapılacak. PKK'nın ön şartsız silah bırakmasını, Abdullah Öcalan'ın 'Demokratik siyaset'ten söz etmesini böyle anlamalıyız: Daha önce Anayasaya etnik eşitliği sokmak isteyen PKK bu talebinden tek taraflı olarak vazgeçti, artık bundan sonra Anayasaya Türkiye Cumhuriyeti için 'Türkler ve Kürtlerin ortak devleti' diye bir ibare koyma talebi yok!
Hatta belki şunu bile söyleyebiliriz: Anayasadaki mevcut vatandaşlık maddesinde değişiklik yapmak bile PKK'nın ön talepleri arasında değil.
Örgüt, bu taleplerini en fazla siyaseten dile getirebilir ve bunları gerçekleştirmek için siyasi mücadele yürütebilir, o kadar.
Peki talep edilen ne
Talep edilen ve zımni olarak hem Devlet Bahçeli hem Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafından vaat edilen şey, demokratik eşitliğe dayalı siyaset yapma imkanı. Yani örgütün siyasi taleplerini dile getirip silahlı değil siyasi mücadele yapması imkanının getirilmesi. Kısaca demokratikleşme.
PKK siyasi taleplerini ya bizzat kendisi ya DEM Parti aracılığıyla dile getirecek; Meclis'te hala bir türlü kurulamayan komisyonda da bu talepler bütün siyasi partiler tarafından tartışılacak, kabul görürse gereken yasa veya Anayasa değişikliği yapılacak.
Fakat dikkat edin, Türkiye'nin medyasında da, siyaset ortamında da o taleplerin dile getirileceği zemini yaratacak bu demokratik eşitlik siyaseti hakkında neredeyse hiç tartışma yok.
Tartışma, masada hiç olmaması gereken ve olayların gidişine baktığınızda zaten olmayacak şeylere yoğunlaşmış durumda. Son bu Kürt ve Alevi Cumhurbaşkanı Yardımcısı meselesi de böyle işte.
Zaten bütün anormallik bu.
Düşünün, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin 50 yıllık düşmanı, bir büyük silahlı ayaklanmanın başlatıcısı örgüt, kağıt üzerinde neredeyse hiçbir şey talep etmeden, tek taraflı olarak silahlı mücadeleyi de bitirmiş, kendini fesih kararını da almış, hatta sembolik de olsa silah da bırakmış.
Türkiye'yi yöneten iktidar, aylardır herhangi bir pazarlığın olmadığını söylüyor. Bir büyük siyasi pazarlık yapıldığına, gizlice bazı sözler verildiğine dair bugüne kadar ortaya bir kanıt da konamamış.
O zaman tek konuşmamız gereken şey, PKK'nın hepimiz için yarattığı bu fırsattan olabilecek en iyi şekilde yararlanmak ve gelecekte bir daha bir silahlı Kürt ayaklanmasının çıkmasını engelleyecek şeyleri düşünmek.
Ama diyorum ya, bunları konuşmuyoruz, her konuda geleceğe dönük müthiş değerlendirmeler yapan medyadaki ve siyasetteki aktörlerin hiçbiri bu temel içerikle ilgili konuşmuyor, onun yerine havanda su dövülüyor.
Neden
Bu soruya benim kişisel yanıtım son derece basit, hatta banal: Gerçekte konuşmamız gereken şey demokratikleşme olduğu halde, demokratik eşitliği bozan şeyleri teşhis etmek olduğu halde bu konulara girmekten kaçınıyoruz, çünkü o konulara girersek Kürtler dışında kesimlerin demokratik haklarını da konuşacağız, en önce ülkemizde özgürlüklerin kısıtlı olduğunu kabul edip sonra o kısıtları ortadan kaldırmaya çalışacağız.