Amerika'nın dostluğu kaç paraya satın alınır, ne kadar sürer

Donald Trump kendini bir pazarlık ustası olarak tanımlıyor. Bu konuda bir kitabı bile var, adı "Art of The Deal." Yani "Anlaşma Sanatı."

Görevde 8. ayını tamamladı, öyle pazarlıkta büyük bir ustalık göremedik. Tam tersine, pazarlık sanatları konusunda bu konuyu bir bilime çeviren "oyunlar teorisi"ne aykırı, dolayısıyla zarar yol açan bir sürü şey yaptı.

En basiti gümrük vergileri konusu. Çin, bir yıl önce Amerikan çiftçisinden 12,6 milyar dolarlık soya fasulyesi satın alıyordu. Ticari gerginlikler sonrası Mayıs ayında alım yapmayı kesti, bugün hiç almıyor. Amerikan çiftçisi iki türlü kayıpta. Birincisi eldeki müşteri gitti, ikincisi o yüzden soya fiyatları düştü.

Şimdi Trump dün Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın önünde övünüyordu, bütçede fazladan bir gelir vardı, o da gümrük vergilerinden gelen paraydı. Trump bu parayı Amerikan çiftçisine dağıtacaktı.

Şaka gibi. Trump bir 'deal' yapmıştı ama açıkça gözüküyor bundan Amerikan halkı zarar etmişti.

Fakat bu değil benim esas yazmak istediğim. Başından beri Donald Trump'ın dış politikası İngilizce bir kelimeyle "transactional" olarak adlandırılıyor. Türkçeye "alışverişçilik" olarak çevirdim.

Yani Trump neredeyse her meseleye "Sen benden ne aldın, ben sana ne vereyim" diye bakıyor.

Oyunlar teorisinde "kazan-kazan" ve "kaybet-kaybet" olarak anlatılan "denge" durumuyla ilgili değil; o her pazarlığa toplamı sıfır olan bir oyun olarak bakıyor; benim kazancım senin kaybın, senin kazancın benim kaybım.

Ama yine de, belli ki kafası bu pazarlık masalarından önce gayet net çalışıyor. Bunu, aynı zamanda yakın arkadaşı olan iş insanı ve ABD'nin Türkiye Büyükelçisi Tom Barrack geçen gün bir samimiyet buhranı sırasında anlatıverdi.

Türk-Amerikan ilişkilerini konuştukları bir toplantıda Trump ona iki ülke arasındaki anlaşmazlıkların ve pürüzlerin ikinci planda olduğunu söylemiş, "Bu adam (yani Tayyip Erdoğan) ne istiyor Esas istediği meşruiyet" demiş ve eklemiş: "Biz de verelim bu meşruiyeti."

Beyaz Saray'da 6 yıl sonra gerçekleşen kabul işte bu "meşruiyet" verme işiydi. Erdoğan'ın bununla yetinmesini umuyor herhalde Amerikan başkanı. Ama hiç sanmıyorum.

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın canı çok sıkkın gözüküyordu Beyaz Saray'da. Sebebi buydu bana soracak olursanız, hakir görüldüğünü, hakarete uğradığını düşünüyordu. Trump'ın ardı ardına yağdırdığı övgülerle çok ilgili değil gibiydi; bunlar onun egosuna dokunmuyordu; belki aklı karşısındaki Trump'ın onu "muhtaç durumda" görüyor olmasına takılmış kalmıştı.

Tabii bir de Trump'ın araya över gibi sıkıştırıp yerleştirdiği iğnelemeler vardı. "Hileli seçimi siz bilirsiniz" derken ne demek istiyordu Tayyip Erdoğan hileli seçimle mi seçilmişti Türkiye'de bile öne sürülmeyen bir iddiaya Amerikan Başkanı inanıyor olabilir miydi Onu ne kadar ciddiye almalıydı bu konuda

"Suriye sizin zaferiniz" derken de Erdoğan sevinmiyordu. Çünkü bu aynı zamanda "Suriye'yi senden sorarım, oranın sorumlusu sensin" demekti ama Amerika mesela hala askerini geri çekmiş değildi Suriye'den, PKK/YPG arkasındaki bu Amerikan desteği sayesinde hala merkezi yönetime katılmamakta direniyordu.

"35 yıl hapse mahkum edilen rahip Brunson'u benim bir telefonum üstüne gönderdi" derken, karşısındaki devletin bir kabile devleti olduğunu, burada hukukun işlemediğini söylüyordu esasen Erdoğan'a olan düşkünlüğünü anlatmaktan ziyade. Erdoğan bundan da hoşnut değildi, kendisini övülmüş gibi hissetmiyordu. Erdoğan kendini bir demokrasinin lideri olara görüyordu, oysa Büyükelçi Barrack onun için "Türkiye demokratik bir ülke ama biraz da otoriter" demişti, şimdi üstüne bir de bir telefonda hapisten çıkarılıp Amerika'ya gönderilen rahibin hatırlatılması, Cumhurbaşkanının hoşuna gitmiyordu.

Peki ya "Çok çetin ceviz adam" övgülerinin arkasından gelen "Rusya'dan gaz ve petrol almayı kesin" lafını ne yapacağız "Keşke Rusya-Ukrayna savaşında tarafsız olmasanız" lafını veya

En çarpıcılardan biri, "Ben sabit fikirli (opinioneted) insanlardan hoşlanmam ama onu seviyorum" demesiydi.

Anlaşılan Trump açısından bu konuşmalar da "Art of The Deal"e dahil şeyler.

Trump'ın dün Oval Ofis'te söylediği şeyleri Türkiye'de birisi Tayyip Erdoğan için söylese hemen gözaltına alınıp hakkında Cumhurbaşkanına hakaretten dava açılabilir.

Aynı sözleri Özgür Özel söylese Erdoğan tek kelimesini cevapsız bırakmaz.

Ama dün Erdoğan neredeyse hiç konuşmadı. Kendisine soru sorulduğunda veya söz geldiğinde adetinin tersine son derece kısa konuştu. Konuşursa belki de sinirlerine hakim olamayacak, ikinci bir "Van münit"krizi çıkacaktı.

Türk heyeti, ne "Böyle konuşuyorlar ama sonra Beyaz Saray'da beş dakikalık bir randevu için yalvar yakar oluyorlar" diyen Dışişleri Bakanı Marco Rubio'ya ne de "Erdoğan meşruiyet istiyordu biz de ona veriyoruz" diyen Büyükelçi Tom Barrack'a cevap verdi. Aksine, Cumhurbaşkanı'nın Fox News'de Trump hakkında söylediklerini yalanlamaya kalkıştı.

Ama belki bir konuda Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın hakkını teslim etmeliyiz. İngiliz ve Fransız liderler dahil pek çok Batılı lider, Trump'la konuşurken önce söze ona övgülerle başlamak gibi bir taktik izlediler, istediklerini alabilmek ümidiyle. Trump'ın etrafında da zaten devasa bir yağcı çemberi var. Ama Erdoğan bu yöntemi benimsemedi, gerekmeyen ve fazla gibi gözüken tek bir övgü kelimesi bile kullanmadı Trump'a karşı. Hiç değilse bunu yapmadı.