Hayat bazen bize küçük sorular sorar: "O gün başka bir şey söyleseydim, bugün nerede olurdum" Ya da "O adımı atacak cesaretim olsaydı, kim olurdu yanımda" Hepimizin zihninde saklı duran bu sorular, "Şimdiki aklım olsaydı" cümlesiyle birleşir. Gençliğimizde yaptığımız bir hata, söylemediğimiz bir söz, ya da kaçırdığımız bir fırsat... İşte yönetmen Kogonada'nın yeni filmi Büyük, Cesur Ve Güzel Bir Yolculuk, tam da bu duygunun beyazperdedeki karşılığı gibi. Minimalist estetiği, dingin anlatımı ve karakter odaklı yaklaşımıyla tanınan Kogonada, Columbus ve After Yang'dan sonra bu kez zamanı eğip büken bir aşk hikâyesiyle karşımıza çıkıyor. Film bildiğimiz araba kiralama şirketlerinden çok farklı bir yerden araba kiralamak zorunda kalan David'in düğüne gitme yolculuğuyla ile başlıyor. Araç kiralama şirketinde sadece tek model eski tip bir araç olduğunu öğrenen David, düğüne yetişme telaşıyla 1994 model aracı kiralıyor. Ancak araç eski olduğu için navigasyon ve yol takip sistemi yok. O yüzden araca GPS sistemi kurulmasına izin veriyor. Sesli komutla çalışan sistem, belli bir zaman sonra David'in hayatına müdahalelere başlıyor. Ona alternatifler sunuyor ve 'Büyük cesur ve güzel yolculuğa çıkmak ister misin' diye soruyor. David'in bunu kabul etmesiyle macera başlıyor.
Senaryosunu Seth Reiss'in kaleme aldığı filmde Sarah (Margot Robbie) ve David (Colin Farrell), bir düğün vesilesiyle yolları kesişen iki yabancı olarak tanıtılıyor. Ancak hikâye, basit bir tesadüfün ötesine geçiyor. İkili kendilerini geçmişteki belirleyici anlarına geri dönme imkânı veren sıra dışı bir yolculuğun içinde buluyor. Bu yolculuk, aslında hepimizin zihninde defalarca kurduğu "keşke" senaryolarının ete kemiğe bürünmüş hali. Kogonada, zaman yolculuğunu bilimkurgusal bir gösterişin parçası değil, hayatın pişmanlıklarını ve olgunlukla gelen bakış açısını sorgulatan bir metafor olarak kullanıyor. Film, seyirciye şu soruyu fısıldıyor: "Bugünkü aklınızla geçmişinize baksanız, gerçekten değiştirmek ister miydiniz Yoksa o anlar sizi siz yapan taşlar mıydı"
KEŞKELER İYİ Kİ'YE DÖNÜŞÜR
İzlerken isiz de ister istemez "Hayatımda hangi ana dönmek isterdim" diye sormadan edemiyorsunuz. Belki gençliğinizde kaybettiğiniz bir aşk, belki de pişman olduğunuz bir suskunluk... Film, bu hayali seyirciye bir hediye gibi sunuyor. Kogonada, zamanı bir efekt gösterisi değil, duyguların aynası olarak kullanıyor. Margot Robbie'nin kırılgan zarafeti, Farrell'in derin ve melankolik bakışlarıyla birleşince ortaya yalnızca bir aşk hikâyesi değil, yaşamın "keşke"leriyle örülü bir yolculuk çıkıyor. Film ilerlediğinde Sarah'ın da aynı şekilde araç kiralama şirketinden aynı model aracı kiraladığını öğreniyoruz. Ve ikisi de aslında GPS yönlendirmesiyle, her biri farklı yerlere açılan kapılardan geçerek birbirlerinin geçmişlerine dönüyorlar. Örneğin, David lise dönemine, ilk aşkından ayrıldığı ana gidiyor ve orada babası rolünde (aslında o anki kendine) tavsiyelerde bulunuyor. Sarah da 12 yaşındaki haline giderek 7 yıl sonra kaybedeceği annesiyle yüzleşme imkânı buluyor. Bu geçişler çok doğal bir şekilde gerçekleşiyor ve aralardaki zaman kaymalarına takılmıyorsunuz. Sonuç olarak film, hepimizin içten içe düşündüğü o cümleyi sinemaya taşıyor: "Şimdiki aklım olsaydı..." Ve belki de asıl cevabı şu şekilde veriyor. Geçmiş, geri dönüp değiştirmek için değil, bugün olduğumuz kişiyi anlamak için var. Geçmişe dönmek bir hayal olabilir, ama onu bugünün olgunluğuyla anlamak elimizde. Neticede, geçmişteki biz, bugünkü bizin ham hâlidir. Gerçek olgunluk da "Keşke"yi "İyi ki"ye çevirebildiğimiz yerde başlar. Ve aşk yalnızca geleceğe dair bir umut değil, aynı zamanda geçmişle barışma biçimidir...
SİNEMADAN BİR ROBERT REDFORD GEÇTİ
Hollywood'un altın çağını şekillendiren, beyazperdeye karizma ve derinlik katan bir yıldızdı Robert Redford. 16 Eylül'de 89 yaşında hayatını kaybeden Redford, 60 yılı aşkın kariyerinde kendine has duruşu ile tanındı. 1960'larda başladığı kariyerinin başında şöhrete giden yolun hiç de kolay olmadığını bilen isimlerden biriydi. Çocuklukta kayıplar, sağlık sorunları ve gençlik hatalarıyla sarsılan hayatı, ona hem kırılganlığı hem de direnci öğretti. Bu deneyimler, ileride canlandıracağı karakterlerin inandırıcılığının kaynağı olacaktı. Jane Fonda ile Tall Story (Uzun Hikaye), The Chase (Kaçaklar) ve Barefoot in the Park (Çıplak Ayaklar) gibi filmler ona ilk çıkış fırsatlarını sundu, ancak asıl dönüm noktası 1969'da Butch Cassidy and the Sundance Kid (Sonsuz Ölüm) ile geldi. Paul Newman'la kurduğu eşsiz uyum yalnızca bir filmi değil, tüm bir dönemi simgeleyen ikonik bir ortaklık yarattı. Film, Redford'u Hollywood'un en çok konuşulan oyuncularından biri haline getirdi.