1918 İstanbul'unda açtığı stüdyoyla Osmanlı'nın ilk Müslüman kadın fotoğrafçısı olan Naciye Hanım'ın öyküsü, kitap oldu. 'Cicim' lakabıyla anılan bu öncü ismin hikâyesi, tarihin tozlu sayfalarından gün yüzüne çıkıyor
Yıl 1918. İstanbul'un üzerinde ağır bir sis gibi çökmüş yıkımın, belirsizliğin ve yenilginin gölgesi. Bir zamanlar üç kıtada hüküm süren bir imparatorluk, artık ayakta kalma savaşı vermektedir. Sokaklar sessizdir, insanlar yorgun. Ama Galata'nın bir sokağında, cumbalı bir binanın ikinci katında küçük bir tabelayla yeni bir hikâye başlar: Türk Hanımlar Fotoğrafhanesi Naciye.
Bu tabela, yalnızca bir stüdyonun değil, bir çağın, bir kadının, bir direnişin adıdır. Naciye Hanım (Suman)... Adını belki tarih kitaplarında bulamazsınız ama o, bir dönemin kadınlarına, sessizce, kendi kamerasından bakarak güç verdi. Onun hikâyesi, "Ben insan değil miyim Ben çocuklarıma bakamaz mıyım" sorusuyla başlar. Bu soru bir çığlıktır, ama aynı zamanda bir uyanıştır. Erkek egemen bir toplumda, kadının adı bile gizlenirken, o yalnızca adını değil, bakışını, merceğini, vizyonunu da ortaya koyar.
UNUTULMUŞ BİR HAYATIN BELGESİ
Naciye Hanım, Osmanlı'nın son döneminde dünyaya geldi. Kalabalık, köklü ama sıradan bir ailede büyüdü. Kadere yazılanın dışında hayalleri olan her genç kadın gibi, önce toplumun duvarlarına çarptı. Beklenen şey belliydi: İyi bir evlilik, hanımlığa yaraşır bir yaşam ve sessizlik. Ama Naciye Hanım için hayatın anlamı, bir evin duvarları arasına sığmıyordu. O, kendi bakışını sabitleyebileceği, zamanın akışını dondurabileceği bir pencere arıyordu. O pencere, fotoğraf makinesinin vizöründe buldu kendini.
Fotoğraf, o dönemde hâlâ büyüleyici bir gizemdi. Hele kadınlar için neredeyse bir tabu. Kadının objektifin önüne geçmesi bile ayıp sayılırken, arkasına geçmesi hayal bile edilemezdi. Ama Naciye Hanım bu sınırı aştı. Ne bir öncüsünden ilham aldı, ne de bir rol modele sahipti. O, kendi içindeki sesi dinledi: "Bunu yapmalıyım." Ve yaptı. İstanbul'da bir kadın olarak kendi fotoğrafhanesini açmak, hem de Müslüman bir kadın olarak, büyük bir cüret işiydi. Aslında cüretten ziyade zaruretti. Eşini kaybetmişti, çocukları vardı, geçinmek zorundaydı.
Onun bu hikayesi Everest Yayınları'ndan çıkan Cicim-Naciye Hanım ve Türk Hanımlar Fotoğrafhanesi'nin Hikâyesi isimli kitapta ele alınıyor. Fotoğraf koleksiyoneri Gülderen Bölük'ün arşivinden, Naciye Hanım'ın kızı Nedret Hanım ile yapılan görüşmelere ve söyleşilere dayanan kitap tarihin kıyısında unutulmuş bir hayatın belgesi adeta. Parça parça anılar, albümlerden çıkan fotoğraflar, sessizce anlatılmış hikâyelerden doğar Cicim. Naciye Hanım'ın lakabıdır bu.
SANATÇI BİR AİLEYE SAHİP
Kitapta, Naciye Hanım'ın yaşamı iki temel başlık altında ele alınıyor. İlkinde bir kadın olarak hayatı anlatılıyor: Aile ilişkileri, anneliği, eşliği, sevgiyi taşıma biçimi. Cumhuriyet Türkiyesi'nin öncü heykeltıraşlarından olan Nusret Suman ilk oğludur mesela. Daha önce doğurduğu iki evladı ne yazık ki uzun süre yaşayamaz. Nusret'in ardından Fikret ve Nedret adını verdikleri iki çocuğu daha olur Naciye Hanım'ın. Sonradan Ekşigil soyadını alan Nedret, ülkemizin ilk modacılarından biri olarak adından moda dünyasında sıkça bahsettirir. Nedret Hanım'ın ilk eşinin Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasını kuran müzisyen Hidayet Demirkuşak olduğunu, bugün Kadıköy'de üzerinden sıklıkla geçilen Kurbağalıdere üzerindeki köprünün Naciye Hanımın eşi İsmail Hakkı tarafından yaptırıldığını da öğreniyoruz kitaptan. Diğer bölümde ise Naciye Hanım'ın fotoğrafçı kimliği vurgulanıyor: Stüdyoyu kurma süreci, toplumun tepkileri, fotoğraf sanatıyla kurduğu bağ ve dönemin kültürel ikliminde bir kadın olarak üretmenin anlamına değiniliyor. Özellikle Müslüman kadınlar kadar Fransız hanımlarında uğrak yeri haline geliyor Naciye Hanım'ın fotoğrafhanesi. Hatta aralarında Sultan Reşat'ın torunlarının da yer aldığı onlarca hanıma ders vermiş Naciye Hanım.