Suriye'nin güvenliği Türkiye'nin güvenliğidir

Suriye iç savaşında Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) karşı karşıya gelmesi, Soğuk Savaş sonrası dönemin en büyük stratejik ayrışmalarından birini ortaya çıkardı. Bu kırılma, bölgesel jeopolitiği kökten değiştirmiş; son tahlilde Türkiye'nin lehine sonuçlar doğurmuştur.

İç savaşın ilk yıllarında "Suriye'nin Dostları" adı altında 60 ülkeden oluşan bir koalisyon kurulmuş, Türkiye de bu yapının en etkili aktörlerinden biri olmuştu. O dönem sanki ABD ile Türkiye aynı hedeflere yürüyormuş gibi görünse de zaman içinde amaçların ne kadar farklı olduğu açık biçimde ortaya çıktı.

Bir süre sonra ABD'nin Suriye politikası adeta İran aklının etkisinde şekillenmeye başladı. Libya büyükelçisinin öldürülmesinin ardından Washington, rejim değişikliği hedefinden vazgeçti ve Suriye eski Cumhurbaşkanı Beşşar Esad'ın "yaralı bir şekilde" yola devam etmesine izin veren bir stratejiye yöneldi.

ABD'nin odağını DEAŞ ve PKK'ya kaydırması, Türkiye ile olan ilişkilerde geri dönülmez bir kırılma yarattı. Bu ayrışmanın bedeli ağır oldu:

1.ABD ve İran, PKK'yı ikna ederek Türkiye'deki çözüm sürecinin sona ermesini sağladı.

2.Esad rejimi ve İran, Suriye–Türkiye sınırının büyük kısmını PKK'ya bıraktı.

3.Bir gecede ortaya çıkan DEAŞ, ülkenin üçte birini işgal etti.

4.Sonrasında ABD, DEAŞ'ın elindeki bölgeleri PKK'ya devretti.

5.PKK, DEAŞ ve FETÖ eş zamanlı olarak Türkiye'ye saldırdı.

6.FETÖ, bu saldırı dalgasını ileriye taşıyarak darbe yapmaya kalkıştı.

Suriye cephesinde bu gelişmeler yaşanırken Türkiye, on yıllardır ABD üzerinden inşa ettiği ilişkilerin adeta çöktüğünü gördü. Bu tablo, herhangi bir ülkenin altından kalkamayacağı bir yüktü. Ancak Türkiye, imparatorluk tecrübesine sahip kadim bir devlet olduğu için bu yıkımı bertaraf etmeyi başardı.

Bu ağır tehdit ortamında Cumhurbaşkanı Rece Tayyip Erdoğan sert gücü sahaya sürme kararı aldı. Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı harekâtları başarıyla icra edildi ve Türk ordusunun en zor şartlarda bile neler yapabileceği tüm dünyaya gösterildi.

Türkiye'nin Akdeniz'e donanmasını indirmesi, Libya'da elde ettiği başarı, PKK–DEAŞ–FETÖ üçlüsünün içeride etkisiz hâle getirilmesi ve Azerbaycan'ın Karabağ'da kazandığı zafer, Türkiye'nin bölgede bozulan ilişkilerini yeniden tesis edecek güçlü bir jeopolitik zemin oluşturdu.

Bu kez kurulan diplomatik ilişkilerin hiçbiri, ABD veya başka bir dış güç üzerinden değil doğrudan Türkiye'nin artan kapasitesiyle yeniden şekillendi.

Nitekim dünya ülkeleri birbiri ardına Ankara ile temas kurmaya başladı. Yeni Şafak'ta yazdığım bir değerlendirmede "Cumhurbaşkanı Erdoğan, son iki ayda Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri gibi çalıştı." demiştim; çünkü o dönemde yapılan diplomatik temasların yoğunluğu önemli bir tarihsel anlama sahipti.

Erbil'de düzenlenen bir çalıştayın açılış konuşmasını yaptığımda Türkiye'nin bölgedeki rolünü şöyle ifade etmiştim:

"Türkiye, imparatorluk bakiyesi bir devlettir. Yüzyıllar boyunca dünyanın dinlerini ve milletlerini yönetme tecrübesine sahiptir. Ekonomisini ticaretle ayakta tutan bir ülkedir. Bu nedenle bölgedeki istikrar, doğrudan Türkiye'nin faydasınadır."