İsrail kendi geleceğini yok ediyor

Bir gücün kendisini zirvede hissetmesi, çoğu zaman kendi zevalinin de habercisidir. İsrail, Gazze'de yürüttüğü katliam ve soykırımla yalnızca Filistin halkına değil, insanlık fikrinin kendisine savaş açtığını bütün dünyaya göstermiştir. Hukuku tanımadığını, ahlaki sınırları çoktan terk ettiğini ve merhametin zerresine dahi sahip olmadığını artık gizlememektedir.

Varsayalım ki bu zulmün sorumlusu yalnızca bir grup azgın yönetici olsun. Asıl sorgulanması gereken, bir toplumun neredeyse tamamının bu noktaya nasıl sürüklendiğidir. Bu, yalnızca siyasi değil, sosyolojik olarak da üzerinde durulması gereken bir tablodur.

İsrail, 75 yıldır Filistin topraklarını adım adım işgal etti. 7 Ekim'le birlikte bu işgal, zulüm ve cürümler ilk kez bu ölçekte küresel kamuoyunun tartışma gündemine girdi. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Hitler'in Yahudilere uyguladığı katliamı merkeze alarak kurulan mağduriyet söylemi, zamanla bir siyonist tekele dönüştü. Bu tekel medya, finans ve siyaset alanlarında etkisini derinleştirerek ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya gibi ülkeleri yönlendirebilen bir güce evrildi.

İsrail yalnızca Gazze'de katliam yapmadı. Hamas'ı bahane ederek sürdürdüğü saldırganlık, Hamas'ın bulunmadığı Batı Şeria'da da Müslüman ve Hristiyan ayrımı gözetmeden sistematik bir terör rejimine dönüştü. Bu, İsrail'in 75 yıllık uygulamalarından bağımsız bir sapma değil, süreklilik arz eden bir devlet pratiğidir.

Eş zamanlı olarak Lübnan'a saldırılar düzenledi, İran'ı hedef aldı ve Suriye'de bir devletleşme ihtimali belirdiği anda bu süreci sabote etmek için Suriye topraklarının bir bölümünü işgal etti. Çünkü İsrail şunu çok iyi biliyor: Güçlü ve egemen bir Suriye, on yıl sonra İsrail'in keyfi hava sahası ihlallerine ve saldırganlığına sessiz kalmayacaktır.

Bir yandan Arap ülkeleriyle İbrahim Anlaşmaları gibi girişimlerle kendisini güvence altına almaya çalışırken, diğer yandan Filistinlileri Arap topraklarına sürme gibi akıl dışı senaryoları gündeme getirmekten de geri durmadı. Hatta ABD'nin yakın müttefiki olan ve Washington'a trilyon dolarlık yatırım vaadinde bulunan Katar'a yönelik saldırılar, İsrail'in sınır tanımazlığının geldiği noktayı açıkça ortaya koydu.

Türkiye ise güvenlik doktrini gereği Suriye'nin devletleşmesini stratejik bir zorunluluk olarak görmektedir. Türkiye'nin temel tezi şudur: Türkiye güvende olacaksa, komşuları da güven içinde olmalıdır. Bu anlayış, Ankara'nın bölgesel politikasının omurgasını oluşturmaktadır. İsrail'in Suriye'deki Esad kalıntıları ve çeşitli silahlı gruplar üzerinden düzenin kurulmasına karşı çıkmasının temel nedeni de budur.

Son dönemde İsrailli yetkililerin Türkiye'yi açıkça hedef alan söylemleri ise bu mafyatik devlet refleksinin bir başka tezahürüdür. Sürekli zayıf ülkeleri bombalamaya alışmış bir yapı, ilk kez karşısında caydırıcı bir güç hissetmektedir.

Daha önemlisi, İsrail artık ABD kamuoyunda ciddi biçimde sorgulanmaktadır. Milyonlarca evsizin, çökmüş bir sağlık ve eğitim sisteminin bulunduğu ABD'de insanlar yüksek sesle şu soruyu sormaya başlamıştır: "Neden 9 milyonluk bir ülkeye milyarlarca dolar yardım ediyoruz ve buna mecbur muyuz" Bu sorgulama yalnızca medya ya da aktivistlerle sınırlı değildir; Kongre üyeleri de bu rüzgâra katılmıştır. Gazze'de geçici ateşkesler konuşulsa da ABD kamuoyu ile İsrail arasındaki ateşkes çoktan bitmiştir.