Din bilim teknoloji alanında yeniden iman mümkün mü

İslâm vahyinin Hz. Muhammed'e (sav) gelişi, Yahudilik ve Hristiyanlığın kurumsallaşmış dinler olarak varlığını sürdürdüğü bir döneme rastlar. İslâm düşüncesinde peygamberlik, fitne ve adaletsizliğin yaygınlaştığı zamanlarda insanlığı yeniden dengeye çağıran ilahî bir müdahale olarak görülür.

İlk vahiyden itibaren bireyin inşası, cemaatin oluşumu ve adalet merkezli bir toplumsal-siyasal düzenin ortaya çıkışı, İslâm tarihinin ayırt edici yönüdür.

Bu süreç, modern tarih ve siyaset literatüründe de İslâm'ın ve Osmanlı'nın yükseliş dönemlerini açıklayan dikkat çekici bir medeniyet tecrübesi olarak değerlendirilir.

İslâm'ın zuhur ettiği dönemde Yahudilik ve Hristiyanlık, İslâm düşüncesinde "tahrif" kavramıyla ifade edilen tarihsel dönüşümlerden geçmiş, evrensel ölçekte insanlığı kuşatan bir adalet ve düzen fikri üretmekte zorlanan dinî yapılara dönüşmüştü. Yahudilik daha çok etnik ve cemaat merkezli bir çerçeveye sıkışırken, Hristiyanlık ahlâkî öğretiyi merkeze almış; hukuk ve siyasal düzen meselesini belirgin biçimde ilahî bir sistem olarak vazetmemiştir.

Bu boşluk, eski Yunan'ın site merkezli dışlayıcı siyaset anlayışı ve Roma'nın "Romalı–barbar" ayrımı üzerine kurulu hukuk-siyaset mirasıyla doldurulmuş,

Vahyin gelişi tam da bu parçalı, dışlayıcı ve düzensiz yapıya karşı; ahlâk, hukuk ve siyaseti birlikte ele alan, insanlığı etnik, coğrafi veya kültürel hiyerarşilere ayırmadan kuşatmayı hedefleyen bütüncül bir adalet düzeni inşa etme ihtiyacının bir sonucudur.

Tarihsel olarak medeniyet mücadelesi büyük ölçüde Müslümanlar ile Hristiyanlar arasında şekillenmiş; Yahudiler ise çoğu zaman siyasal bir güç olmaktan ziyade bu iki medeniyet arasında, özellikle İslâm dünyasına daha yakın bir konumda yer almıştır. Hristiyan Avrupa'da dışlanma ve gettolaşma yaygınken, İslâm coğrafyasında Yahudiler hukuki statüye sahip cemaatler olarak varlıklarını sürdürebilmiş, bu durum medeniyet ve siyasal düzen anlayışlarındaki farkı yansıtmıştır.

Dinler tarihi açısından bakıldığında Yahudilik Hristiyanlığı ve İslâm'ı, Hristiyanlık ise İslâm'ı ilahî din olarak kabul etmezken; İslâm her iki dini de vahiy geleneğinin parçası olarak tanır ve peygamberlerini kendi peygamberleri kabul eder. Bu kapsayıcı yaklaşım, tarih boyunca İslâm şehirlerini çok dinli ve kozmopolit merkezler hâline getirmiş; buna karşılık Hristiyan kentleri daha dışlayıcı bir toplumsal yapı sergilemiştir.

İslâm'ın adalet ve düzen anlayışı; Medine'den Şam'a, Bağdat'tan Buhara ve Mâverâünnehir'e, Endülüs'ten İstanbul'a, Anadolu'dan Kudüs'e uzanan geniş bir coğrafyada asırlar boyunca hüküm sürmüş; İslâm dini bu süreçte yalnızca bir inanç sistemi değil, köklü bir medeniyet tecrübesine dönüşmüştür. Bu medeniyet, farklı din, dil ve kültürleri adalet ilkesi etrafında bir arada yaşatmış; ilim, ticaret ve şehir hayatının geliştiği, insanlığın huzur ve istikrar içinde "nefes aldığı" uzun dönemler ortaya çıkarmıştır.

Abbâsîler döneminde belirginleşen Türk askerî ve idarî etkisi, zamanla bağımsız Türk-İslâm imparatorluklarının doğuşuna zemin hazırlamış; 14. yüzyılda Timur İmparatorluğu, Osmanlılar, Memlükler ve Altın Orda gibi büyük devletlerin aynı tarihsel kesitte varlık göstermesi bu dönemin "Türk Asrı" olarak anılmasına yol açmıştır.

Batı Aydınlanmasıyla birlikte modern bilimin ve rasyonalist düşüncenin yükselişi, Sanayi Devrimi'nin sağladığı askerî ve ekonomik güçle birleşerek Batı üstünlüğünü tesis etmiş; bu süreç insanlığın geri kalan coğrafyaları için derin bir eşitsizlik ve felaket zeminini de beraberinde getirmiştir. Gustave Le Bon'un sembolik ifadesiyle, modern Batı bilimi ortaya çıktıktan sonra din, medeniyet ve tarih dâhil olmak üzere Batı dışı tüm birikimler "arkaik", "çökmüş" ve "geri kalmış" olarak tanımlanmıştır. Son üç yüzyıllık dönemde bu zihniyet, yeryüzü tarihini Batı merkezli bir anlatıya indirgemiş; tıpkı Antik Yunan ve Roma'daki "medenî–barbar" ayrımı gibi, dünyayı "Batı ve ötekiler" şeklinde keskin bir ikiliğe hapsetmiştir. Bunun doğal sonucu olarak Batı dışındaki toplumlar ya doğrudan işgale uğramış ya da sömürgeleştirilmiş; dinî, kültürel ve tarihsel birikimleri sistematik biçimde yok sayılarak küresel hiyerarşinin alt basamaklarına itilmiştir.

Batı Aydınlanması ve modern bilimin yükselişiyle birlikte şekillenen yeni dünya tasavvuru, özellikle 19. yüzyıldan itibaren Müslüman toplumları derinden etkileyen bir zihinsel kırılmaya yol açtı. Pozitivist düşüncenin hâkim olduğu bu dönemde "İslâm terakkiye manidir" söylemleri, Batılı sömürgeciliğin ideolojik araçları olarak İslâm dünyasına taşındı. Böylece Müslümanlar, kendi tarihlerini, inançlarını ve medeniyet birikimlerini savunmak zorunda bırakıldıkları uzun bir fikrî savunma dönemine girdiler.

YENİDEN İNANMAK

Din: İslam, kâinatın son dinidir. Hz. Muhammed (s.a.v.), peygamberler silsilesinin son halkasıdır. Kıyamete kadar ne yeni bir din ne de yeni bir peygamber gelecektir. Cenab-ı Hak, Kur'an-ı Kerim'in kıyamete kadar muhafaza edileceğini bizzat vaad etmiştir.

Batı sömürge imparatorluğunun tüm çabalarına rağmen Allah inancı, peygamber inancı ve tevhid anlayışı bozulmamış; aksine güçlenerek varlığını sürdürmüştür.

Bugün itibarıyla yeniden iman, yeniden İslam ve yeniden İslam'ın ruhu üzerine düşünmenin vaktidir. Adalet, hakkaniyet, kâinat tasavvuru ve ahlak merkezli bir anlayışla İslam'ı yeniden idrak etmek mümkündür.

Modern Batı'ya karşı sürekli savunma pozisyonunda kalan bir İslam anlayışı yerine; kendi hükmünü berrak biçimde ortaya koyan, tevhid, vahiy ve nübüvvet esaslarını hiçbir komplekse kapılmadan dile getiren ve yayan bir yaklaşımı benimsemeliyiz.