Devlet, yalnızca kanunların, kurumların ve sınırların toplamı değildir; bir milletin idealleri, hedefleri, değerleri ve geleceğe dair tasavvurunun maddî zemine dönüşmüş halidir. Kimi düşünürlere göre devlet, toplumun dünyevî ihtiyaçlarını düzenlemekle kalmaz; onun uhrevî istikametini koruyan, değer dünyasını yaşanır kılan bir organizmadır. Yani devlet, insanların çıkarlarını değil, varoluş gayesini yaşatan kurumsal iradedir. Bu nedenle devletin kime hizmet ettiği, hangi ölçüye göre var olduğu ve kim tarafından sınırlandığı soruları sadece siyasetin değil, inancın, ahlakın ve medeniyet tasavvurunun da merkezindedir.
Batı tecrübesi bu açıdan ibretliktir. Ortaçağ boyunca "Tanrı adına" yetki kullandığını iddia eden güçler, Tanrı'nın üstüne çıkan bir otorite oluşturdu. Papa'nın sözü emir, kralın iradesi yasa sayıldı. Ne İncil onları sınırladı ne ahlakî ölçüler ne de toplumsal vicdan. Din, iktidar sahiplerinin kendi arzularını meşrulaştırdığı bir paravana dönüştü. Bu düzenin adı bugün "teokrasi" diye anlatılır; fakat gerçekte Tanrı'ya rağmen Tanrı adına hüküm verenlerin kurduğu bir saltanat sistemiydi. Hesap verme sorumluluğu yoktu, çünkü kendilerini ilahî iradenin yeryüzündeki asli sahipleri olarak görüyorlardı.
İşte tam bu noktada, doğu medeniyetinin farklı çizgisi ortaya çıkar. Burada iktidar, hakikat üretme değil, hakikate uymakla kayıtlıdır. Yöneten kendini "kural koyucu" olarak değil, "emanetçi" olarak bilir. İnsanlar üzerinde söz sahibi olmak değil, hükmün sahibi olan Allah'a karşı mesul olmak esastır. Hâkimiyet kula değil, hükmü koyana aittir.
Tarihten aktarılan bir vaka, bu anlayışı çarpıcı biçimde yansıtır: Devletin başındaki en güçlü isimlerden biri, kendisinden şikâyetçi bir kadına "Peki beni kime şikâyet edeceksin" diye sorar. Kadın, "Seni şeriata şikâyet edeceğim" dediğinde, o yöneticinin gözleri yaşarır. Çünkü bilir ki kendi üzerinde bir hüküm makamı vardır. Bu, sadece kişisel alçakgönüllülük değil, devlet aklının temelidir. Devlet başkanı, ölçü koyucu değil, ölçüye tabi olandır.
Bu anlayış, batıdaki teokratik modelle asla karıştırılamaz. Çünkü orada "Tanrı adına" konuştuğunu iddia edenler, Tanrı'yla kendileri arasına kimseyi sokmaz; burada ise yönetici, hükmün önünde kendi nefsini durdurur. Orada kurallar krala göre şekillenir; burada kral kurala uymakla yükümlüdür. Orada sorgulanamayan iktidar vardır; burada hesap verilebilir emanet bilinci.
Bu çerçevede Kur'an'daki hüküm vurguları da sadece teorik bir inanç beyanı değil, yaşama yön veren ilkeler bütünüdür. "Hüküm ancak O'nundur", "Allah'tan başka hüküm koyucu yoktur" gibi ifadeler, bireysel vicdanlara sıkışmış ayetler değil, toplumsal düzenin temel taşlarıdır. Eğer bu hükümler sadece "mutlak egemenlik vurgusu" için inseydi, onları ilk uygulayan Resûl, devlet kurup cezai ve hukukî ölçüleri hayata geçirmezdi. O hem tebliğ edendi, hem yöneten. Hem inancı korudu hem düzeni inşa etti. Bu pratik, vahyin sadece okunmak için değil, yaşanmak için gönderildiğini gösterdi.
Gelelim devletin mahiyetine… Devlet, bazılarınca yalnızca güvenlik sağlayan bir aygıt, bazılarca da ekonomik düzenleyici bir mekanizma olarak görülür. Oysa daha kapsayıcı ve köklü bir tanım şudur:Devlet, bir toplumun dünyevî ve uhrevî hedeflere ulaşmak için meydana getirdiği kurumsal organizmadır.Yani devlet, sadece yeryüzünde adalet sağlamakla değil, insanın ebediyet idrakine uygun bir hayat iklimi sunmakla anlam kazanır. Hukuk, ahlak, eğitim, adalet, emniyet ve iktisat; bu bütünlüğün parçalarıdır. Eğer devlet, insanı sadece karın doyuran bir varlık olarak görürse, ruhunu aç bırakır ve toplumu eksik bırakır. Eğer sadece uhrevî hedeflere kilitlenip hayatın gerçeklerini ıskalarsan, düzen kaosa döner. Asıl olan dengeyi kurmaktır.
Bu çerçevede İslam'ın devlet tasavvuru, ne batıdaki ruhban saltanatına benzer ne modern ulus-devletin seküler indirgeyiciliğine... Burada devlet, yukarıdan aşağı kutsallaşmış bir güç değil, aşağıdan yukarı hakka yaslanmış bir emanettir. Yöneticinin vazifesi, Allah'ın hükmünü insanların hayatıyla buluşturmak; zulme engel olmak, adaleti tesis etmektir. Kişisel iktidar değil, ilahi ölçü esastır.
Bugün bazı çevrelerin "İslami yönetim teokrasiye benzer" iddiası, büyük bir kavram yanılgısıdır. Çünkü teokrasi, ruhban sınıfının Tanrı adına hüküm koyduğu düzendir. Oysa İslam'da ruhban sınıfı yoktur; kimsenin Allah adına kanun yapma yetkisi yoktur. Vahyin üstüne söz söylenmez, ama herkes onun önünde eşittir. Yöneten de yönetilen de aynı ölçüye bağlıdır. Yönetici kutsal değil, sorumludur; dokunulmaz değil denetlenebilir; kural koyucu değil kurala muhataptır.

4