Ortadoğu'da İsrail'in Saldırgan Politikaları Ve Uluslararası Düzenin Krizi

İsrail, son iki yılı aşkın süredir Gazze'de yürüttüğü askeri operasyonlar ve sivillere yönelik kitlesel şiddet politikalarıyla "soykırım" yapmaya devam etmektedir. Başta Birleşmiş Milletler olmak üzere uluslararası örgütlerin ve önde gelen küresel aktörlerin, İsrail'e yönelik herhangi bir etkili yaptırım kararı almamış olması, İsrail'in uluslararası hukuk normlarını ihlal eden politikalarını yalnızca Gazze ile sınırlı tutmayıp, Ortadoğu coğrafyasının geneline yaymasına zemin hazırlamaktadır. Nitekim İsrail, önce İran'a, Yemen'e, ardından Suriye'ye ve nihayet Katar'a yönelik saldırılar gerçekleştirmiştir. Bu gelişmeler, İsrail'in uluslararası sistemde karşısında caydırıcı bir mekanizmanın bulunmadığına dair inancını pekiştirmektedir. Dolayısıyla saldırgan politikalarının süreklilik kazanmasına yol açmaktadır.

Ortadoğu'daki mevcut tablo, bölge devletlerinin İsrail karşısında kendi ulusal güç kapasitelerini artırma ihtiyacını ve İsrail'in politikalarına muhalif aktörlerle ittifak arayışını zorunlu kılmaktadır. Bu bağlamda, uluslararası hukukta egemenlik ve savaş hukukuna ilişkin düzenlemelerin pratikte yalnızca İsrail'in lehine işlediği, diğer devletlerin bu haklarına ise saygı gösterilmediği aşikârdır. Dahası, söz konusu hakların korunması ve ihlallerin önlenmesi konusunda uluslararası toplumun ve örgütlerin kayda değer bir irade sergilemediği görülmektedir.

Bu durumun doğurduğu sonuçlardan biri, dünya kamuoyunda İsrail karşıtı duyguların giderek artmasıdır. Bununla birlikte uluslararası sistemin meşruiyeti ve normatif çerçevesi de sorgulanmaktadır. Zira mevcut düzen, fiili olarak "Önce İsrail" ilkesini norm haline getirmiş görünmektedir. Böylelikle "de facto" olan, yani fiili durumlar, "de jure" olanı, yani hukuki olanı belirlemeye başlamıştır. Oysa uluslararası hukukun temel mantığı, hukukun fiili durumu şekillendirmesi üzerine kuruludur. Bu tersine işleyiş hem uluslararası hukukun otoritesini zayıflatmakta hem de yeni bir uluslararası düzen arayışını kaçınılmaz kılmaktadır.

Katar Saldırısı ve ABD-İsrail İttifakının Bölgesel Yansımaları

İsrail'in kuruluşundan bu yana sergilediği işgalci politikaların ve uluslararası normları göz ardı eden eylemlerinin bazı kesimlerce büyük ölçüde meşru kabul edilmesi, günümüzde kurumsallaşmış bir durum halini almıştır. Bunun en güncel örneği, İsrail'in Katar'a yönelik saldırısında gözlemlenmiştir.

Katar ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki ilişkiler, 1992 yılında imzalanan savunma iş birliği anlaşması ile kurumsal bir çerçeveye kavuşmuştur. Söz konusu anlaşmaya göre Katar'ın toprak bütünlüğüne yönelik herhangi bir saldırı -ister kara ister hava isterse diplomatik söylemler yoluyla gerçekleşsin- ABD tarafından doğrudan kendi ulusal güvenliğine yönelmiş bir saldırı olarak değerlendirilecektir.

11 Eylül 2001 saldırılarının ardından Suudi Arabistan'da yükselen anti-Amerikan söylemler nedeniyle ABD, bölgede sahip olduğu askeri varlığı yeniden düzenleyerek Katar'a taşımış ve burada kendi sınırları dışındaki en büyük askeri üssünü kurmuştur. Hâlihazırda 10 binden fazla Amerikan askerinin bulunduğu bu üssün finansal yükümlülükleri büyük ölçüde Katar devleti tarafından karşılanmaktadır.

İsrail'in, Katar topraklarını hedef alan saldırıları, ABD'ye duyulan söz konusu güveni ciddi biçimde tartışmaya açmıştır. İsrail'in ABD'yi bilgilendirerek gerçekleştirdiği anlaşılan bu saldırı, iki kritik hususu gündeme getirmektedir. Birincisi, Katar'ın ABD ile sahip olduğu güvenlik garantilerinin pratikte ne derece bağlayıcı olduğu sorusudur. İkincisi ise ABD'nin, İsrail söz konusu olduğunda müttefiklerinin egemenlik haklarının ihlallerine karşı sessiz kaldığını bir kez daha göstermesidir. Nitekim ABD yönetimi tarafından yapılan resmi açıklamalarda, saldırı öncesinde Katar'a bilgi verildiği iddia edilmiş, ancak bu açıklamalar Katar Başbakanı Muhammed bin Abdurrahman Al Sani tarafından açıkça yalanlanmıştır. Bu çelişkili beyanlar, Katar'ın ABD'ye yönelik güveninde ciddi sarsıntılara yol açmıştır.

İsrail'in Katar'a saldırısı ayrıca iki yönlü bir sonuç doğurmuştur. Bir yandan, İsrail'in arabuluculuk rolü üstlenen bir ülkenin egemenlik haklarını ihlal ederek "devlet terörünü" uluslararası kamuoyu önünde yeniden sergilemesi, İsrail'e karşı duyulan nefreti artırmıştır. Diğer yandan ise, ABD yönetiminde İsrail'in hâlen güçlü bir destek gördüğünü ortaya koymuştur. Bu tablo, İsrail'in kuruluşundan bu yana izlediği şiddet ve terör eylemlerini bir devlet politikası olarak kurumsallaştırdığını bir kez daha gözler önüne sermektedir.