Bir koleksiyonerin sessiz sanat mabedi

Manhattan'da şehrin çelik kuleleri bir anda uzaklaşıyor, yerini parşömen kokusu, meşe ve maun ahşabının sıcaklığı ile altın yaldızlı harflerin parıltısı alıyor. Morgan Library & Museum'da her rafta yüzlerce deri ciltli kitap; bazılarının sırtında 13. yüzyılın Latin kaligrafileri, bazılarında ise 9. yüzyılın hatları. O mürekkebin kokusunu alıyorsunuz

New York'un göbeğinde, Madison Avenue'nun keşmekeşi içinde bir binanın önünde duruyorum. Kırmızı bir tabela: "The Morgan Library & Museum 225 Madison Avenue."

Dışarıdan, New York'un klasik kahverengi taşının (brownstone) sade ve vakur bir bloğu gibi görünüyor ama kapıdan içeri adım atınca, sanki Manhattan'ın sesi kesiliyor. Asırlar, şahsiyetler, simâlar, insanoğlunun kolektif hafızasından yansıyan onlarca kültürel öğe ve sanat işçiliği iç içe geçiyor.... Şehrin çelik kuleleri bir anda uzaklaşıyor, yerini parşömen kokusu, meşe ve maun ahşabının sıcaklığı ve altın yaldızlı harflerin parıltısı alıyor.

John Pierpont Morgan, yani Amerikan finans tarihinin en güçlü isimlerinden biri, bugün kendi adını taşıyan büyük bir banka ve finans grubu var, fakat bunun yanında belki kendisinin çok daha prestijli bir şekilde anıldığı ve bir sermaye mirası olmaktan çok, Morgan'ın kültür muhafazası şuurunun cisimleşmiş bir hâli olarak duruyor, hatta duruyor da diyemem parlıyor: "Birikim, ancak paylaşılırsa anlam kazanır".

Zamanın durduğu salon

Doğu Odası'na (East Room) girdiğinizde sizi ilk olarak tavan karşılıyor; evet, kesinlikle öyle. Sanki Modern New York'ta değil de 16. yüzyıl Floransa'sında bir Medici sarayındasınız. Altın varaklı kabartmalar, cömertçe kullanılan Rönesans freskleri, mitolojik ve edebi sahnelerle süslü. Mimar Charles Follen McKim, mimarlık firması McKim, Mead&White'ın bir parçası olarak bu yapıyı Neo-Rönesans üslubunda tasarlarken, modern bir zamana ait olamayacak kadar güzel, antik olamayacak kadar yeni ve itina gösterilmiş bir sanat mabedi yaratmış.

Gözlerim, üç katlı kütüphane raflarının arasında geziniyor. Odaların duvarları hakiki İtalyan kırmızı ipeği ile kaplı, raflar ise zarif pirinç işlemeli demirlerle çevrili. Işık loş ama her detayı ortaya çıkaracak kadar keskin. Her rafta yüzlerce deri ciltli kitap; bazılarının sırtında 13. yüzyılın Latin kaligrafileri, bazılarında ise 9. yüzyılın hatları. O mürekkebin kokusunu alıyorsunuz.

Her başarının arkasında bir kadın vardır

Bu sözün kütüphanedeki tecellisi kuşkusuz Bella da Costa Greene. Morgan'ın oğlu, babasının ölümünden sonra bu kütüphaneyi halka açan kişi. Hikâyenin asıl kahramanı Belle da Costa Greene, Amerika'da siyahi bir ailenin kızı olarak doğmuş ama o dönemin ırkçı toplumu ve apartheid iklimi içinde "beyaz" kimliğiyle yaşamak zorunda kalmış bir kadın. Princeton'da kütüphanecilik eğitimi almış, sonra Morgan'ın asistanı olmuş. Yavaş yavaş, dünyanın en saygın el yazması uzmanlarından birine dönüşmüş. Bugün vitrinlerde gördüğüm pek çok Ortaçağ eseri, onun Avrupa'dan tek tek seçip getirdikleri.

Merkezde, ağır bir vitrin. Morgan'ın el yazmaları koleksiyonunun çeşitliliği karşısında duruyorum. Bir vitrin içinde, bir Kıptî el yazması İncil parlıyor; bir sayfasında Meryem ve çocuk İsa tasviri, diğerinde Yunanca harflerle kutsal metin. Renkleri zamana direnmiş; altın zeminde yeşil ve kırmızının uyumu, neredeyse bir ikon gibi parlıyor. Bu, sadece bir kitaptan fazlası; Mısır Hristiyanlığının derin köklerinden gelen, insanlığın inanç mirasının bir parçası.

Şiraz'dan İstanbul'a

19 ve 20. yüzyılın en etkili finans devlerinden J.P. Morgan'ın ailesi, bölgeye duydukları büyük ilgiyle tanınırdı. Morgan ve çevresi, salt ekonomik çıkarların ötesinde, antik medeniyetlerin beşiği olan Ortadoğu'ya sıkça seyahatler düzenledi. Bu geziler, sadece ticaret yollarını veya yatırım fırsatlarını keşfetmekle kalmadı; aynı zamanda Batı'nın bölgenin zengin kültürel mirasına, özellikle kadim sanat eserlerine, el yazmalarına ve arkeolojik buluntulara olan takıntılı ilgisini de somutlaştırdı. Morgan'ın serveti, bugün New York'taki Metropolitan Sanat Müzesi gibi kurumlarda sergilenen, Ortadoğu kökenli önemli sanat ve kültür koleksiyonlarının oluşumuna büyük katkı sağlamıştır. Bu, kültürel mirasın yalnızca yerel değil, küresel bir güç ve etki alanı olduğunu gösterir.

Madison Avenue'ye asırlar öncesinden Şiraz'ın ince işçiliği ve İstanbul'un imparatorluk zarafeti getirilmiş. Denir ya "Kur'ân Hicaz'da Nazil oldu, Mısır'da okundu, İstanbul'da yazıldı" ona bir de galiba "Şiraz'da işlendi" diye eklemek gerekiyor çünkü bu Kur'ân-ı Kerîm'in üzerinde tezhîb ve sanat işçilikleri hipnotize ediyor desem yalan söylemiş olmam. Asıl hayranlık uyandıran, eserin yolculuğu ve süslemeleri. İlk ve son sekiz sayfa, âdeta bir ışık şöleni. Hani o Batı odasında gördüğümüz altın yaldızların aksine, burada "kraliyet mavisi"nin ve robins egg (ardıç kuşu yumurtası) mavisinin en cömert tonları, saf altınla dans ediyor. Yanında turuncu, pembe ve pişmiş toprak rengi gibi alışılmışın dışındaki renklerle vurucu aksetmeler yaratılmış. Bir koleksiyoner olarak beni çok heyecanlandıran bu Mushaf-ı Şerîf, 1719-1720 yılları arasında Osmanlı Sultanı III. Ahmed tarafından, İstanbul'da, tarihî Dikili Taş yakınlarındaki Cerrahpaşa Camii'ne vakfedilmiş. İşte eserin ismi bu görkemli vakfiyeden geliyor. Bir Osmanlı padişahının, kendi imparatorluğunun başkentindeki bir camiye Fars diyarından gelen bu şaheseri bağışlaması. Eser, kütüphanecilerin ve koleksiyonerlerin dikkatini öylesine çekmiş ki, kütüphanenin esas kurucusu J.P. Morgan tarafından satın alındıktan sonra bile, daha önce bahsettiğimiz Belle da Costa Greene'in özel koleksiyonuna üç yaprağının dâhil olması gibi küçük bir maceraya atılmış. Greene'in, bu Doğu aydınlatmalarına karşı duyduğu tutku, onu bu cüretkâr eyleme sürüklemiş olabilir. Neyse ki o yapraklar, tıpkı hikâyenin bütünlüğü gibi, ait oldukları yere, yani bu devasa cildin arasına geri döndürülmüş.