Ermenistan'daki gelişmeler ve Türkiye'nin etkisi
18 Şubat 2013 tarihinde yapılan cumhurbaşkanlığı seçimini takip etmek üzere bir grup gazeteciyle birlikte Ermenistan'a gitmiştik. O dönemde Ermenistan henüz parlamenter sisteme geçmemişti. Cumhurbaşkanı adayları Serj Sarkisyan ve Raffi Hovannisian'dı. İktidardaki Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan, oyların 58,64'ünü alarak yeniden seçilirken, Hovannisian 36,75'te kalmıştı.
O tarihe kadar Türkiye-Ermenistan ilişkilerini; hem Türkiye vatandaşı Ermenilerin varlığı, hem 1915 sürgününün sosyolojik ve politik yansımaları, hem de kamuoyunun "Futbol Diplomasisi" ve Zürih Protokolleri üzerinden tanıdığı 2008-2009 yıllarında yaşanan "açılım dönemi" dolayısıyla yakından takip etmeye çalıştım. Hatırlayalım, 6 Eylül 2008'de dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan'ın davetiyle Erivan'a gitmiş, iki lider Türkiye-Ermenistan 2010 Dünya Kupası eleme maçını birlikte izlemişti. Böylece ilk kez bir Türk cumhurbaşkanı Ermenistan'ı ziyaret etmiş oldu.
10 Ekim 2009'da Türkiye ve Ermenistan dışişleri bakanları Ahmet Davutoğlu ve Eduard Nalbandyan, İsviçre'nin Zürih kentinde, iki ülke arasında diplomatik ilişkilerin kurulması ve sınırların açılmasını kapsayan bir protokol imzaladı. Ancak Karabağ konusunun Türkiye açısından önemini dikkate almayan, Azerbaycan ve Türkiye kamuoyundan gelecek tepkileri öngörmeyen bu protokolün Türkiye Parlamentosu'nda onaylanması zaten mümkün değildi.
Türkiye ile ilişkilerini geliştirmeye her şeyden çok ihtiyacı olan Ermenistan'da ise, diasporanın etkisinden ve büyük güçlerin vesayetinden kurtulup bağımsız karar alabilecek bir siyasi irade yoktu. Türk nefreti içeren ninniler ve eğitim müfredatıyla şekillenen bir topluma bu açılımı anlatmak, dönemin siyasetçileri için başlı başına zordu. Türk tarafında da, doğrusu bir naiflik söz konusuydu. İyi niyetle diplomasi yapılamayacağını zamanla, acı tecrübelerle öğrendik. Bazı aktörlerin romantizmi ya da kendi hanesine puan yazma telaşı da bu süreçte etkili olmuş olabilir. Ve tabii ki "zamanın ruhu"... Diplomasinin en belirleyici unsurlarından biri belki de budur.
Zamanın ruhu böyle bir açılıma izin vermiyordu.
2013 seçimlerine gittiğimizde, açılım süreci çoktan sönmüş; protokoller her iki tarafın da gündeminden çıkmıştı. Bugün Nikol Paşinyan'ın Ermenistan'da yapmaya çalıştığı şeyi, 2013'teki 10 günlük ziyaret sırasında gördüklerim ışığında anlamaya çalışıyorum: Komşularıyla husumetli, Azerbaycan topraklarında işgalci, Türkiye ile sağlıklı ilişki kurabilecek bir siyasi akıldan yoksun bir ülke.
Ermenistan, en iyimser tahminle 3 milyon nüfusa sahip. Diasporadaki Ermeni nüfusu ise bunun en az iki katı. 2013'teki cumhurbaşkanlığı seçiminde kayıtlı seçmenlerin üçte biri ülke dışındaydı. Yaklaşık 2,5 milyon seçmenin 2 milyonu bile sandığa gitmedi. Seçimi kimin kazanacağı sandıktan çok, Rusya'nın kimi desteklediğiyle ilgiliydi. Hovannisian Batı yanlısı, Sarkisyan ise Rusya'nın desteklediği adaydı.
Ermenistan, 3 milyonluk nüfusu ve diasporadan gelen kaynaklarla ayakta duran ekonomisiyle, bir yandan Azerbaycan topraklarındaki işgalini sürdürmeye çalışıyor, diğer yandan da Türkiye'nin üçte birinde hak iddia eden şuursuz bir yaklaşım sergiliyordu. Türkiye sınırındaki Gümrü'ye gidince bu şuursuzluğun Ermenistan'a neye mal olduğunu daha iyi anlıyorsunuz: Sessiz, köhne, kuş uçmaz kervan geçmez bir şehir. Sınırlar açık olsa, böyle mi olurdu
Halkın önemli bir kısmı hayal dünyasında yaşıyor; Ararat dedikleri Ağrı Dağı'nın kendilerine ait olduğunu sanıyor, Doğu Anadolu'ya "Batı Ermenistan" diyebiliyor. Bu tür hayalciliklerin Ermenistan'a hiçbir faydası olmadığını gören Paşinyan, Karabağ yükünden kurtulmuş olmanın verdiği imkânla - ve bu süreçte Rusya'dan beklediği desteği görememesiyle - Türkiye'nin Karabağ zaferinden hemen sonra ortaya koyduğu, İran, Azerbaycan ve Ermenistan'ın yer aldığı bölgesel iş birliği vizyonunu benimsiyor.