Soğuk Savaş'ın sona ermesinden bu yana, Amerika Birleşik Devletleri'nin dış politikada iki ana yolu takip etmesi beklendi: Ya liberal uluslararası düzenin liderliğini sürdürmek, ya da Amerika sonrası çok kutuplu bir dünyaya çekilerek uyum sağlamak.
Trump, dış politikada alışılmış dengeleri sarsan adımlarla bu "başına buyruk süper güç" vizyonunu netleştirdi. Çin mallarına uyguladığı gümrük tarifelerini 1930'lardaki meşhur Smoot-Hawley Yasası düzeyine çıkararak ticarette korumacılığı ön plana aldı. Aynı dönemde dış yardımları kesti, geleneksel müttefiklerini açıkça görmezden geldi ve hatta Grönland ile Panama Kanalı gibi stratejik öneme sahip yabancı toprakları ABD'ye katma teklifinde bulunarak uluslararası düzenin teamüllerini zorladı.
Washington'un giderek yalnızlaşan dış politika yaklaşımı yalnızca küresel istikrarsızlığa zemin hazırlamakla kalmayacak, aynı zamanda ABD'nin uzun vadeli küresel gücünü de kendi eliyle zayıflatabilir. Bugün ABD'nin tüketici pazarı, Çin ve Euro Bölgesi'nin toplamına denk gelecek kadar geniş. Küresel ticaretin yaklaşık yarısı, uluslararası finansal işlemlerin ise 90'ı dolar üzerinden ve çoğu zaman ABD bağlantılı bankalar aracılığıyla yapılıyor. Bu durum, Washington'a yaptırım uygulama gücü kazandırıyor.
Amerikan şirketleri, küresel ölçekte yalnızca teknoloji üretiminde değil, aynı zamanda sermaye birikimi ve stratejik sektörlerdeki hâkimiyet açısından da bir güce sahip. Bugün dünyadaki girişim sermayesinin yarısı doğrudan ABD menşeili. Enerji ve gıda gibi yaşamsal öneme sahip sektörlerde küresel liderlik, uzun süredir ABD'nin elinde. Daha da önemlisi, yarı iletkenler, havacılık ve biyoteknoloji gibi stratejik yüksek teknoloji alanlarında elde edilen küresel kârların yarısından fazlası Amerikan şirketlerine ait - bu oran, Çin'in yaklaşık on katına denk geliyor.
Kuşkusuz, bu tablo ABD'yi tamamen dışa bağımsız hâle getirmiyor.
Amerikan ekonomisi hâlâ bazı kritik sanayi girdileri konusunda Çin'e bağımlı:
baz kimyasallar, jenerik ilaçlar, nadir toprak elementleri ve düşük seviye çipler gibi alanlar, büyük ölçüde Çin kaynaklı.
Ancak bu karşılıklı bağımlılığın niteliğine bakıldığında, gerçek asimetrinin Çin aleyhine olduğu görülüyor. Çin; yüksek teknolojiye erişim, gıda güvenliği ve enerji tedariki gibi temel alanlarda ABD ve onun müttefiklerine çok daha derin bir şekilde bağımlı.
Askerî açıdan bakıldığında, ABD dünya üzerinde kendi topraklarından binlerce kilometre uzakta büyük ölçekli savaşlar yürütüyor. Bugün dünya nüfusunun yaklaşık beşte birini ve küresel ekonomik çıktının üçte birini temsil eden yaklaşık 70 ülke, ABD ile yaptığı güvenlik anlaşmaları yoluyla doğrudan Amerikan korumasına bağımlı. Bu ülkeler, kendi askerî güçlerini sınır ötesine taşıyabilmek için ABD'nin istihbarat ve lojistik kapasitesine ihtiyaç duyuyor.
Amerikan öncülüğünde kurulan liberal uluslararası düzen, artık kendi tarihsel misyonunu tamamlamış durumda. Bu düzen başarısızlığa uğramadı; tam tersine, II. Dünya Savaşı'nın yıkımına ve komünizmin yayılmasına karşı zafer kazandı