Avrupa'da güvenlik mimarisi çöküyor mu

Yirminci yüzyılın ilk yarısında Avrupa, dünyanın en askerileşmiş ve en şiddetli coğrafyasıydı. İkinci dünya savaşı, ideolojik kamplaşmalar ve sınır çatışmaları bu kıtayı küresel güvenliğin merkezine yerleştirmişti. Soğuk Savaş'ın ardından ise bambaşka bir Avrupa doğdu: askerî harcamalarını kısan, sınırlarını yumuşatan, güvenliği hukuka, iş birliğine ve ulusötesi bütünleşmeye havale eden bir Avrupa. 21. yüzyılın başında bu tablo, "barış projesi" olarak sunulan Avrupa Birliği'ni küresel bir model haline getirdi.

Ne var ki Avrupalılar daha sakin bir gelecek tasarlarken, dünya çok daha sert bir geçmişi yeniden sahneye koydu. Rusya'nın revizyonist politikaları, Çin'in merkantilist yükselişi ve ABD'nin giderek içe kapanan yaklaşımı, askerden arındırılmış bir Avrupa'nın klasik güç siyaseti karşısında ne kadar hazırlıksız olduğunu açığa çıkardı.

Aslında uyarı işaretleri yeni değildi. Rusya'nın 2014'te Kırım'ı ilhak etmesi ve Donbas'ın bir bölümünü kontrol altına alması, Avrupa güvenliği için açık bir alarmdı. Aynı şekilde 2016'da Donald Trump'ın ABD Başkanı seçilmesi de transatlantik ilişkilerin geleceğine dair ciddi soru işaretleri doğurmuştu. Ancak kısa süreli bir endişenin ardından Avrupa'nın büyük güçleri yeniden eski alışkanlıklarına döndü. Savunma harcamaları sınırlı kaldı, stratejik bağımlılıklar sorgulanmadı.

2022'de Rusya'nın Ukrayna'ya yönelik tam kapsamlı işgali bu rehaveti dağıttı. Avrupa ülkeleri savunma bütçelerini artırdı, kırılgan tedarik zincirlerini gözden geçirdi ve Kiev'e önemli destekler sundu. Fakat mutlak rakamlar incelendiğinde tablo hâlâ netti: Ukrayna'ya askeri yardımın ve Avrupa güvenliğinin ana yükünü ABD taşımaya devam ediyordu.

Kırılma noktası ise Trump'ın ikinci kez seçilmesiyle geldi. İkinci Dünya Savaşı sonrası düzen, basit ama güçlü bir mutabakata dayanıyordu: ABD, olağanüstü gücünü barış, güvenlik ve açık bir küresel ekonomik sistem gibi "uluslararası kamusal mallar" üretmek için kullanacak; Avrupa ve diğer müttefikler de Washington'a karşı denge oluşturmak yerine onun liderliğinde hizalanacaktı. NATO müttefiklerinin yeterince katkı yapmadığı yönündeki eleştiriler yıllardır dile getirilse de bu mutabakat korunmuştu. Çünkü uzlaşmacı hegemonya, maliyetlerinden daha fazla fayda üretiyordu.

İkinci Trump yönetimi ise bu dengeyi açıkça sorguluyor. "Yük paylaşımı" tartışmaları artık diplomatik bir pazarlık olmaktan çıkıp sert bir ültimatoma dönüşmüş durumda: Ya bu düzen yeniden müzakere edilir ya da ABD çekilir. Yetmiş beş yıl sonra ilk kez, Washington'ın Avrupa güvenliğinin ana garantörü olmaya devam edip etmeyeceği ciddi bir belirsizlik haline geldi.

Şubat ayında ABD Savunma Bakanı Pete Hegseth'in, Ukrayna'nın 2014 öncesi sınırlarına dönmesinin "gerçekçi olmadığını" söylemesi; Başkan Yardımcısı JD Vance'in Münih Güvenlik Konferansı'nda Avrupalı elitleri Rusya'dan daha büyük bir tehdit olarak tanımlaması bu zihniyetin açık göstergeleriydi. Daha da çarpıcısı, sızdırılan özel yazışmalarda ABD'li üst düzey isimlerin Avrupa'yı "bedavacı" olarak nitelemesiydi. Bu, sadece bir söylem değil, transatlantik güven ilişkisinin erozyona uğradığının işaretiydi.

Bu ortamda Rusya hızla silahlanıyor; Putin yönetimi, Ukrayna savaşı üzerinden Batı'yı siber saldırılar, dezenformasyon kampanyaları ve askeri baskıyla zorluyor. ABD'nin korumasına artık otomatik olarak güvenilemeyeceği algısı güçlenirken, Almanya Şansölyesi Friedrich Merz'in "Pax Americana dönemi büyük ölçüde sona erdi" tespiti, Avrupa'nın ruh halini özetliyor. Merz'in NATO'nun uzun vadeli geleceğine dair dile getirdiği şüpheler, birkaç yıl önce tahayyül bile edilemezdi.