Mektuba Dair

Günümüz teknolojisinin ve sosyal medya girdabının tesiriyle, kadim edebiyattan yavaş yavaş uzaklaştığımız aşikâr. Zamanın hızı, insanın ruhunu da sürüklüyor; durup düşünmeye, beklemeye, sabretmeye tahammül bırakmıyor. Oysa ben, uzun zamandır uzaktaki bir yakınımla mektuplaşmanın hayalini kuruyordum. On yıldır bu düşünceyi içimizde saklı tuttuk. Neredeyse her defasında "tam şimdi" dedik; birkaç kez kaleme de sarıldık. Fakat tam o sıralarda elektronik posta hayatımıza girdi ve bu niyetimiz, tabiri caizse, kâğıda düşmeden havada kaldı. Ardından masaüstü telefonları, cep telefonları, kısa mesajlar ve nihayet sosyal medya… Böylece mektup yazmak, mektuplaşmak adeta muhal oldu.

Peki, neden uzaktaki yakınlarımızla mektuplaşmak isteriz Ya da neden onlar bizimle mektuplaşmak ister Bunun pek çok cevabı olabilir. Belki de en sahicisi, anın hızından ve tüketici hazzından yorulan insanın geçmişe duyduğu özlemdir. İnsan, sevdiklerinden ayrı düştüğünde; içini dökmek, kalbinde birikenleri bir nizam içinde anlatmak istediğinde kaleme sığınır. Mektup, yalnızca haber taşımaz; ruh taşır, hâl taşır, zamanın nabzını saklar.

Eskiler, kalemle mektubu aynı ahenk içinde "hâme ve nâme" diye anarlardı. Kimi zaman mektuplar bir hikâyeye dönüşür, kimi zaman hikâyelerin içine mektuplar serpiştirilirdi. Şiirle yazılmış mektuplar olduğu gibi, mektupların satır aralarında saklanmış şiirler de vardı. Bugün siyaset tarihini, devletlerin ve kavimlerin serencamını, hatta edebiyat tarihinin ince ayrıntılarını çoğu kez mektuplar sayesinde öğreniyoruz.

Eğer Fuzulî, "Şikâyetnâme" adlı o mektubu kaleme almasaydı, Osmanlı bürokrasisinin en ihtişamlı döneminde dahi rüşvet çarkının nasıl işlediğini nereden bilecektik Şair, özellikle taşradaki memurların kurduğu düzeni cesaretle ifşa etmişti. Fuzulî, Sultan Süleyman'a hitaben mektubuna "Ey denizlerin ve karaların ermiş padişahı" diye başlarken, sözlerini padişahın gönlüne demirlemişti. Nasıl ki bir gemi limana yaklaşırken halatlarla demir atar, Fuzulî de kelimeleriyle Sultan'ın kalbine demir atmıştı.

Sultan Süleyman Han, İstanbul'dan Bağdat'a doğru yola çıktığında, üç kıtaya hükmeden bir cihan sultanıydı. Fakat Bağdat'ta sözün sultanı Fuzulî ile karşılaşacağını da biliyordu. Bu yüzden yanına, Fuzulî'nin şiirlerine vâkıf iki şair aldı: Hayalî ve Taşlıcalı Yahya… Rivayet edilir ki Bağdat'tan İstanbul'a gelen kervanlar Üsküdar Harem'deyken bu iki şair gider kervancıbaşıya Fuzuli'den gelen mektubu sorarlardı. "Fuzulî'den bize bir mektup var mı" diye sorarlardı. Herkesin ipek kumaş sorduğu bir ortamda şairler başka ne sorabilir ki.

Fuzulî'nin Leylâ ve Mecnun'u Bağdat'tan Balkanlara ulaşmış; şöhreti, mesafeleri aşmıştı. Sultan Süleyman'ın da Bağdat'a varmadan önce Fuzulî'ye bir mektup gönderdiği söylenir. Nihayet iki söz sultanı Bağdat'ta buluşmuştu.

Benzer bir mektup hikâyesi de Fatih Sultan Mehmet ile İran'ın büyük âlimi ve şairi Molla Câmî arasında yaşanmıştır. Sultan Fatih, Horasan'daki bu büyük ismin ününü duymuş; ona bir elçiyle mektup ve hediyeler göndermişti. Kelamcıların, felsefecilerin ve mutasavvıfların görüşlerini mukayese eden bir eser yazmasını istemişti.

Molla Câmî'nin cevabı ise başlı başına bir edebiyat şaheseridir. Fatih Sultan Mehmet'e yazdığı mektupta rüzgârı elçi kılar, kelimeleriyle İstanbul'a yürür. Onun satırlarında sultan yalnızca bir hükümdar değil; ilmin, hikmetin ve erdemin timsalidir. Câmî, Fatih'i överken aslında mektubun ne olduğunu da tarif eder.