Cuma günü, Aurelien adlı bir yazarın "The cult of can't" başlıklı denemesine rastladım. Perşembe yazımı okumuş olanların ilgisini çekeceğini düşünerek özetliyorum. Yazar, her şeyin "artık bozulduğu" ve "hiçbir şeyin yapılamadığı" bu çağda, ilerleme inancının yerini "yapılamazlık kültü"nün aldığını savunuyor. Yazara göre bu, salt teknik bir sorun değil; bir medeniyetin kendine olan inancını kaybetmesidir.
Başarısız çevrimiçi ödemeler, donan web siteleri, ulaşılmaz çağrı merkezleri, yanlış fatura tahsilatları gibi küçük günlük aksaklıklar, aslında daha derin, sistemik bir çöküşün göstergeleri. Artık hiçbir kurum düzgün çalışmıyor, kimse sorumluluk almıyor. İnsanlar, işlemleri defalarca kontrol ederek kurumların işini üstleniyor. Bu yaygın güvensizlik, Batı'nın temel işleyiş mantığının çöktüğünü gösteriyor.
Toplumlar tarih boyunca "ilerleme mümkündür" veya "değişim boşunadır" inancıyla yaşadı. 19. ve 20. yüzyıllar boyunca Batı, ilerleme fikrini benimsedi: kamu sağlığı, eğitim, iş güvenliği ve sosyal reformlar hayatı gerçekten iyileştirdi. 21. yüzyılda bu inanç yerini yenilgi ve umutsuzluk kültürüne bıraktı. Artık yoksulluk, hastalık, evsizlik "kaçınılmaz" görülüyor.
Yazar, bu "yapılamaz" düşüncesinin iki biçimde ortaya çıktığını söylüyor. Dinsel/determinizm: Dünya olduğu gibi yaratılmıştır; sıradan insanların kaderini iyileştirmek küfürdür çünkü her şey ilahi planın parçasıdır, alın yazısıdır. Seküler/pragmatizm: Edmund Burke'ün Fransız Devrimi'ne tepkisinde görüldüğü gibi, toplumla uğraşmak (örneğin insanlara okuma öğretmek) devrimlere ve giyotinlere yol açabilir. Bu yaklaşım fakirleri aşağılar; "zaten yıkanmıyorlar" diyerek temiz suyu ya da banyoyu gereksiz sayardı. Daha iyi bir gelecek hayali alay konusuydu.
19. yüzyılın sonlarında, evrensel eğitim ve çalışma süresi kısıtlamaları gibi gelişmelerin toplumu zenginleştirdiği görülünce ilerlemenin mümkün olduğuna dair inanç yeniden canlandı. Bu inanç, bilimsel keşifler (Darwin, Lyell) ve teorik ilerlemeler (Marx, Freud, Keynes) ile güçlendi. 1960'larda, kademeli pozitif değişim olasılığı norm haline geldi.
Bu iyimserlik 1980'lerde neoliberalizmin yükselişiyle sarsıldı. Devlet toplumsal sorumluluklarını terk etti, kamusal alan daraldı. Yazara göre, "Sıradan insanların yaşamını iyileştirmek artık imkânsız" söylemi egemen oldu. Siyaset, "yapmamak sanatı"na dönüştü: "Böyle gelmiş böyle gider, idare edin."
Yazar, bu dönemde solun çöküşünün iki nedeni olduğunu savunuyor. Birincisi sosyolojik: Solun, artık işçi sınıfından değil, orta sınıf profesyonellerden oluşan elitleri, kendi seçmenlerinden koptu. Küresel meselelerle ilgilenirken yerel adaletsizliklere kör kaldılar.
İkincisi de "Tarihin Sonu" teziyle gelen entelektüel teslimiyet: Kapitalizmin ve Amerikan hegemonyasının kalıcı olduğu varsayımı, solun reform iradesini felç etti.