Uluslararası ilişkiler alanında yeni bir kavram var: "Ekonomik zorlama çağı" (Foreign Affaires). Bu kavram, devletlerin rakiplerini ve müttefiklerini askeri güç yerine finansal sistemler, tedarik zincirleri ve teknolojik bağımlılık gibi araçlarla yönlendirmeye çalışmalarına dikkat çekiyor. Trump'ın gümrük tarifelerini silah olarak kullanması, Ukrayna'ya yapılan yardımı maden çıkartma haklarına bağlaması, Avrupa'yı savunma harcamalarını artırmaya, ABD'den daha fazla silah almaya zorlaması, bu yeni dönemin güncel örnekleriymiş.
"Ekonomik zorlama çağı" kavramı yeni gibi görünse de aslında, sermayenin kârını güvence altına almak için ulusların ekonomik, siyasi egemenliklerini tehdit eden bir "emperyalizmden" farklı değil.
Kriz dönemleri, sermayenin ulusal sınırları aşarak genişlemesini hızlandırır; bu genişlemenin yalnızca ekonomik değil, siyasi ve askeri boyutlar da vardır. Lenin, emperyalizmi "kapitalizmin en yüksek aşaması", Buharin, dünya çapında bir sistem olarak tanımlarken tekelci sermayenin ve finans kapitalin uluslararası düzeyde hegemonya kurma dinamiklerine işaret etmişlerdi. Bugün "ekonomik zorlama çağı" olarak tanımlanan bu süreç, söz konusu mirasın güncellenmiş halidir.
Soğuk Savaş sonrası dönemde "serbest piyasanın barış getireceği" fantezisi yaygınlaşmış olsa da gerçekte bu dönem, ABD gibi emperyalist merkezlerin ticaret, finans, teknoloji ve bilgi akışlarını kendi çıkarları doğrultusunda organize ettiği bir hegemonya restorasyonu çabasının ürünüydü. SWIFT (uluslararası bankalar arası finansal işlemler için güvenli iletişim) sistemi, doların "rezerv para" olması ve ABD merkezli teknoloji platformları bu yapının temel taşlarıydı. Ancak bugün in, yeni bir teknolojik merkez olarak yükseliyor, yapay zekâ, kuantum bilgisayarları gibi alanlardaki atılımlarıyla ABD'nin yaklaşık 80 yıllık üstünlüğünü tehdit ediyor. in, nadir toprak elementleri üzerindeki tekelini ABD'ye karşı bir baskı aracı olarak kullanabiliyor. Avrupa da ASML (fotolitografi teknolojisi) gibi şirketler sayesinde elinde güçlü kozlar bulundurmaktadır.
Kapitalizmin sürekli yeni genişleme eğilimi artık yalnızca pazarlarla sınırlı değil, kritik teknolojilerin ve hammaddelerin kontrolünü de amaçlıyor. Yarı iletkenler, yapay zekâ, enerji teknolojileri vb., devletlerin ulusal güvenlik doktrinlerinin merkezine yerleşiyor. Rekabet artık tanklarla değil, tedarik zincirlerinin stratejik "boğaz noktaları" üzerinden de yaşanıyor.
Bu sürecin içinde, "ekonomik zorlamanın" en ağır sonuçları, yükü işçi sınıfının üzerine yıkılıyor. Yaptırımlar, kısıtlamalar ve tedarik zinciri savaşları üretim maliyetlerini artırırken işsizliği tetiklemekte ve tüketici fiyatları enflasyonuyla ücretleri baskılamaktadır. ABD'nin in'e uyguladığı kısıtlamalar sadece Pekin'i değil, Amerikan işçilerini de etkilerken in'in misillemeleri Alman otomotiv işçilerinin istihdamını tehdit ediyor. Sermayenin uluslararası genişleme dinamikleri, büyük güçlerin hegemonya rekabeti, emekçiler için daha fazla güvencesizlik, siyasi baskı ve hatta "süreç olarak faşizm" anlamına geliyor.