Kediciklerimiz Nerede Mehdim!

Ah be Hocam…

Ah be Mehdim…

Ah be silikon vadimizin mübarek şeyhi, botoksun posthişini, dolgu dudağın living legend'ı, takma kirpiğin yaşayan abidesi, estetiğin son harikası, helal pavyonun kurucusu, Pavyon TV'nin tahtında oturan, kediciklerin babası, "inşaallah" diye kıvıran kalçaların mimarı, "maaşallah" diye göğüs geren takkeli ikizlerin koruyucusu, "estağfirullah" diye başını öne eğip yine de gözünü ayırmayan müritlerin rehberi…

Neredesin lan sen

Özledik be. Özlemek ne kelime; içimiz çatladı, ciğerimiz kurudu, ruhumuz çöl oldu, gözyaşımız çekildi, gözümüzün feri söndü, belimiz tutuldu, saçımız döküldü, prostatımız şişti, midemiz ekşidi, bağırsaklarımız düğümlendi, kiramız birikti, elektrik-su-doğalgaz faturaları kapıya dayandı, banka "kredi kartı borcunuz 180 bin lira" diye mesaj atıyor, icra memuru kapıda çay içiyor, hatun "boşanalım" diyor, kaynana "zaten demiştim bu çocuktan hayır gelmez" diye sırıtıyor, çocuk "baba neden her akşam penguen izliyorsun" diye ağlıyor, komşu "sesini kıs" diye kapıyı yumrukluyor, belediye "su borcunuz var" diye vanayı kapatmış, apartman yöneticisi "aidatlar nerede" diye bağırıyor, vergi dairesi "geçici vergi" diye yeni bir kağıt göndermiş, SGK "prim borcunuz var" diye mesaj atmış, muhasebeci "beyannameyi yetiştiremedik" diye ağlıyor…

Çünkü sen yoksun Hocam. Sen yoksun, kediciklerin yok, Pavyon TV yok, "inşaallah hocam" diye kıvıran kalçalar yok, "seni çok seviyoruz hocam" diye şuh bakış atan rimeller yok, "maaşallah" diye göğüs geren silikonlar yok, "estağfirullah" diye başını öne eğip yine de gözünü ayırmayan bizler yok olduk.

Akşamüstü işten çıkıyoruz. 2025'in İstanbul'u… Silivri'nin ebedi mukimi, "ben bu şehri raylı sistemle tanıştırıcam" diye 2019'dan beri kazı kazan yapıp 35 milyar doları lüpleten, her deliğe beton döken, her betona "proje" adını takan Ekrem Bey'in döktüğü beton yığınlarının arasında üç-dört saat kıpırdamadan duruyoruz. Metrobüs kuyruğunda "biraz daha yaklaşırsak birbirimize hamile kalacağız" noktasına çoktan geldik. Arkamdaki adamın göbeği sırtımda, teri boynuma akıyor, nefesi enseme çarpıyor, biri "kardeş öne geç" diyor, öne geçiyorum, öndeki teyzenin poşeti suratıma çarpıyor, içinde ıspanak var, gözüme yaprak kaçıyor, biri arkadan "kapanın lan kapı" diye bağırıyor, şoför "arkaya doğru yürü" diyor, arkaya yürüyorum, yürürken birinin ayağına basıyorum, "özür dilerim" diyorum, "s..tir git" diyor, bir başkası "telefonunu çıkarma" diye omzuma vuruyor, bir başkası "kokuyorsun" diye burnunu tutuyor.

Nihayet metrobüse biniyoruz, kapı kapanırken bir adamın kolu kapıya sıkışıyor, "aç lan kapıyı" diye bağırıyor, şoför "bir durak sonra" diyor, adam "kolum kopacak" diye ağlıyor. Eve varıyorum; ayakkabıyı tekmele, kravatı fırlat, koltuğa gömül… ve kumandaya sarıl. Çünkü biliyordum: bir tuşa basacağım, Pavyon Tv açılacak, Mehdinin cennetinin kapısı aralanacak, kedicikler "inşaallah hocam" diye kıvıracak, ben de "Allah kabul etsin" modunda bütün günün günahını akıtacağım. Ama yok.

Karşıda penguen.

Penguen lan penguen!

Antarktika'da iki erkek penguen birbirine taş taşıyor, yumurtayı ısıtıyorlarmış. Helal olsun, tebrik ettik, modern aile dedik, ama Hocam senin kediciklerin başka türlü ısıtıyordu be içimizi… Onların taşıdığı taş değil, bizim yüreğimizdi.

MEHDİ'NİN HELAL PAVYONU

Ne pavyondu o be Hocam…

Hayatımızda pavyona gitmedik, gitmeye de niyetimiz yoktu. Haramdır, günahtır, üstelik pahalıdır diye uzak durduk. Kapıda üç tane fedai, içeride on tane garson, masaya oturdun mu "abi bi duble rakı, bi fıstık, bi de meyve tabağı" diye başlıyorlar, hesap gelince yüreğin duruyor, çıkarken kapıdaki adam "abi bahşiş" diyor, vermezsen arabayı çiziyor, verirsen karı "nerede kaldın" diye kavga çıkarıyor, ertesi gün başın zonkluyor, cüzdan boşalıyor, vicdanın sızlıyor.

Ama sen bize evde, kira ödemeden, girişte bahşiş vermeden, kapıda "abi iki yüzlük bozar mısın" muhabbeti olmadan, helal dairesi içinde ultra lüks bir pavyon açtın. Adı da Pavyon TV. Kapısında fedai yok, garson yok, sadece "seni çok seviyoruz hocam" diye inleyen şuh bir koro, fonda hafif "Angara havası", ortada ise Allah ne verdiyse estetik harikası kedicikler… Kimi sarışın, ama öyle böyle değil; sanki İsveç'ten kargo ile gelmiş, faturası gümrükte kaybolmuş. Kimi esmer, dudağı Şişli'de şişirilmiş, poposu Beverly Hills'de kalıplanmış, göğsü o kadar dimdik ki Mehdi gelse selam duracak sanırsın. Bel öyle ince ki, "bu kızın iç organları nerede" diye merak ediyorsun, muhtemelen silikonun içinde erimiş gitmiş. Bir tanesi vardı, adı "Verengül" mıydı, "Tuğçenaz" mıydı, "bilmem kimin küçük kardeşi" miydi hatırlamıyorum, sarışın, kirpikleri örümcek ayağı gibi, dudağı ördek gibi, göğsü… yani Hocam o göğüsle namaz kılınmaz, kıble belli olmaz. Kız ekrana çıkıyor, "Hocam sizi çok seviyoruz" diyor, sonra bir kalça sallıyor, stüdyodaki ışıklar yanıp sönüyor, biz de "inşaallah" diye iç geçiriyoruz. Hatun yanımızda "yine mi bu kanal" diye söyleniyor, biz de "sus kadın, dini program bu" diyoruz. Helal dairede günah işlemek diye buna derler işte.

Bir başkası vardı, esmer, adı "Sıla" mıydı "Gurbet" miydi, poposu öyle bir şey ki bizim komşu köydeki rahmetli Hacı hamza'nın değirmen taşı gibi. Kamera arkadan çekiyor, kız dönüyor, "inşaallah hocam" diyor, sonra bir göbek atıyor, stüdyodaki erkekler "estağfirullah" diye başını öne eğiyor ama gözü ekranda. Biz de evde "maaşallah" diyoruz, hatun mutfakta "yemek soğudu" diye bağırıyor, biz de "soğusun lan, bu anı kaçırmayalım" diyoruz. Bir başkası vardı, adı "Ceylan" mıydı "Hazal" miydi, o kadar uzun boylu ki stüdyoda başı lambaya değiyor, bacakları Çemberlitaş gibi uzun, mabadı ayrı bir coğrafya. Kız dans ederken kamera aşağıdan alıyor, pan yapıyor, biz de "subhanallah" diyoruz, sonra "yeter be Hocam, kalbim kaldırmıyor" diye kumandayı kapatıyoruz, sonra tekrar açıyoruz.

Bir başkası vardı, kumral, adı "Ezbeni" müydü "Sevbeni" miydi, sesi öyle şuh ki "hocam sizi çok seviyoruz" derken insanın tüyleri diken diken oluyor. Sonra bir gülüş, dişler bembeyaz, dudaklar kırmızı, gözler sürmeli… Hocam biz o gözlere bakarken işten kovulduk, metrobüste indik yanlış durakta, hatun "nerede kaldın" diye sormadı bile çünkü biz çoktan gitmiştik başka diyarlara.

MEHDİMİZ KÜSTÜ, HEM DE NASIL KÜSTÜ

Sonra bir gün sen küstün Hocam.

Hem de öyle böyle değil, destansı bir küskünlük. Kendini dört duvarın ardına attın, kapıya kilit, üstüne mühür, bir de mahkeme "8 bin 658 yıl" deyince sen de "tamam" dedin. Sekiz bin altı yüz elli sekiz yıl. Torunun torunun torunun torunun torunun torunu dahi göremeyecek Mehdi sancağını diktiğini. Biz göremeyeceğiz, belli. Ama sen sabırlısın, Mehdisin sonuçta, zaman kavramın geniş. Bizimki dar, ömür yetmez. Zaten Ekrem Bey'in raylı sistemleri bitmeden öleceğiz. Peki ama niye kızdın be Hocam

Ne yaptık biz sana En fazla evde sessiz sedasız izledik. Kediciklerin alnına beşlik yapıştırmadık, "bir daha, bir daha" diye bağırıp sahneye atlamadık. "Abi bi' duble İSKİ suyu" demedik, nargile söylemedik, masaya çağırmadık. Sadece "inşaallah, maaşallah" dedik, o kadar. Sessiz, mahcup, edepli izleyicilerdik. Günah işlememek için evde oturduk, senin kanalını açtık. Yani aslında senin sayende ne gece kulübüne gittik, ne içtik, ne kumar oynadık. Bizden iyisi yoktu be Hocam, niye terk ettin bizi

KEDİCİKLER BUHAR OLDU, EKRAN KARARDI, HAYATIMIZ KARARDI

Kanal kapandı bir anda.

Ekran karardı, kedicikler buhar oldu. Çakma sarışınlar yok, Roma kilisesinin kubbesini kıskandıran ikizler yok, löpür löpür dökülen rimeller yok, "hocam seni çok seviyoruz" diye şuh bakışlar fırlatan kızlar yok… Bir avuç nostalji, bir kamyon dolusu depresyon kaldı geriye.

Kumandaya basıyoruz hâlâ, alışkanlıktan. Karşımıza ya penguen çıkıyor ya da "Kediciklerin en çok izlenen 100 dansı" diye YouTube'da taklit videolar. O da yetmiyor be Hocam, orijinali nerede Taklitler bile kötü, kızlar doğal, göğüs yok, mabad yok, "inşaallah" demiyorlar, sadece twerk yapıyorlar. Biz twerk istemiyoruz Hocam, biz "inşaallah twerk" istiyoruz. Aradaki fark bu. Şimdi İstanbul sokaklarında kedi bol şükür.