BU ALEMDEN BİR AHMET KEKEÇ GEÇTİ

Fatih Camii'nin avlusunda, ikindi, bazen de akşam ezanının son yankıları taş duvarlarda titrerken, sanki bir eski zaman dervişi gibi, Ozanlar Kırathanesi'nin bahçesinde bir silueti belirirdi. Her zamanki deri çantası… Çantada en az üç dört kitap… Horhor'dan Aksaray'a inen yolun başında, o ahşap masalı, tavla zarlarının eski bir ağıt gibi yuvarlandığı kahve.

Ahmet Abi, elinde bir çay bardağı, köşede otururdu. Haki "devrimci" parkası üstünde olurdu hep. Sanki bir yetim çocuğun omzuna atılmış bir hüzün örtüsü. Gözleri, bütün bir yorgunluğunu taşırdı, ama kalemi elinde, kâğıt önünde. Tükenmez kalemle yazardı. Daktilo ile arası pek yoktu; daktilo, bizim neslin soğuk yalanıydı. O, kalemin kâğıda değdiği anda, sanki bir hançeri yüreğine saplar, sonra da o hançerle cümleleri oyardı. "Yazmak," demişti bir keresinde, "kalemin kâğıda değdiği andır; o an bir damla kan akıtır, o damla mürekkebe dönüşür."

Çay bardağı yarı dolu olurdu hep. Kenarı çentikli, sanki hayatın diş izlerini taşıyan bir kadeh. "Kırık bardaktan çay içmek," derdi, "hayatın ta kendisidir; dilini keser, ama susamazsın." İçerdi. İçerdi de, dilini kesmezdi. Çünkü o, acıya alışkındı. Acı, onun kalemiydi; acı, onun mürekkebiydi; acı, onun gölgesinde büyüyen bir çınar gibi, kök salmıştı yüreğine.

Sizin öfke diye okuduğunuz yazıları, onun yüreğindeki acıların satırlara dizilmiş haliydi.

DUVARDİBİ'NDE BİR ADAMIN GÖLGESİ

Sonra Duvardibi. Fatih'in o dar, taş döşeli sokağı, sanki bir eski zaman kervansarayı gibi. Kahvehane değil, bir ev gibiydi orası; duvar dibinde, eski bir tabure, sanki bir mezar taşı gibi sessiz. Ahmet Abi, sırtını duvara yaslamış, önündeki masada çay bardağı ve cigarası… Hastalanınca kadim dostu, yoldaşı cigarasını bırakmak zorunda kaldı.

Ki, sanki bir yetim çocuğun gözyaşlarıyla ıslak olurdu bizim Osman abinin çay bardağı tabağı. Ben açık çay içerdim hep. "Osman, Erdal'a bir pesimist çay getir" diye ünlenirdi.

Bir ara kadim dostundan, can yoldaşından ayrılmasının zor olup olmadığını sormuştum Sapanca'daki evde kendisine. "Bıraktım," derdi, "ama kokusu hâlâ burnumda; bir eski sevgili gibi, terk etse de izi kalır."

Senin cigaranın kokusu hâlâ burnumda, usta. Hâlâ burnumda, sanki bir sonbahar yaprağının yanık kokusu.

Tükenmez kalemle yazardı hep. "Kalem ucu," derdi, "yüreğin ucu gibidir; yontuldukça keskinleşir, keskinleştikçe kanatır." Ve keskinleşirdi. Keskinleşirdi de ne fayda Keskin kalem, yumuşak yürekle buluşunca, kanardı; kanardı da, durmazdı. Kan, mürekkebe dönüşürdü; mürekkep, cümlelere; cümleler, bir milletin yarasına.

GAZETE KÖŞELERİ: KALEMİN KANAYAN UCU

Star'a geçtiğinde, hâlâ kalemle yazardı arada. Sonra Bilgisayara geçerdi. "Bilgisayar," derdi, "ruhumu çalıyor; klavye, bir demir kafes." Ama sonra, mecbur kaldı klavyeye. Klavye ki, soğuk bir petrokimya ürünü, sanki bir kış gecesinin buzlu rüzgârı. Ama o, petrokimya ürününü ısıttı; ısıttı da, ne fayda Yine de soğuktu. Yine de yabancıydı; yabancı ki, bir gurbet eli.

Bazen köşesi, bir dua gibiydi; dua ki, sanki bir yetim çocuğun fısıltısı. Her sabah, o köşeye bakardım. "Bu memleket," derdi, "kendi evlatlarını yiyor; yiyor da, doymuyor." Ve sonra, bir cümleyle, bütün bir nesli ayağa kaldırırdı. Ayağa kalkan nesil, yine diz çöküyordu. 28 Şubat'ta, tankların gölgesinde, kalemiyle direndi; direndi de, ne fayda Tanklar geçti, kalem kaldı. Ama kalem, bir hançer gibi, yüreğe saplandı.

"Başörtüsü," derdi, "bir bez parçası değil, bir namustur; namus ki, bir gül yaprağının dikenidir." Ve namusunu korudu. Korudu da, ne fayda Bedeni yoruldu; bedeni ki, sanki bir eski çınar, kökleri derin, ama dalları kırık…

Star'da, Yeni Şafak'ta... Her yazısı bir manifesto; ama manifesto değil, bir ağıt. "Bu memleket," derdi, "kendi gölgesinden korkuyor; gölge ki, bir hayalet." Ve gölgesinden korkan bir memleket, kendi evlatlarını yutar. Yuttu da, ne fayda Yuttuğu evlat, bir hançer gibi, boğazına takıldı.

ROMANLARI: KIRIK KALPLERİN MÜREKKEBİ

Romanları... Ah, o romanlar. Bir keresinde benim yetimliğimi konuşmuştuk…

Öyle bir yetimlik ki, sanki bir kış gecesinin karanlığı. "Biz," demişti, "yetim çocuklarız; babamız yok, anamız yok, sadece bir hayalimiz var; hayal ki, bir serap." O hayal, aslında özlediğimiz kösnül havalı hayattı be Ahmet abi.

Yağmurdan Sonra'da, bir adamın iç dünyasına öyle bir dalmıştı ki, okurken kendi gölgemi kaybettim; gölge ki, sanki bir yağmur damlasının altında eriyen bir kar tanesi. "İnsan,"demişti, "yağmurdan kaçarken, kendi gölgesini ıslatır; ıslatır da, gölge solar." O gölge, hâlâ ıslak. Hâlâ ıslak ki, sanki bir sonbahar gölü.

Son İyi Şeyler'de, iyi şeylerin hep sonradan anlaşıldığını anlatmıştı; iyi şeyler ki, sanki bir sonbahar yaprağının düşüşü. "İyi şeyler," demişti, "bir yaprak gibi düşer; ama düştüğü yer, bir çocuğun avucu olur bazen; avuç ki, sıcak, ama yaprak soğuk." O çocuk bendim. O yaprak, ustamın kalemiydi. Ve düştü. Düştü de, avucumda ezildi; ezildi de, ne fayda Ezilen yaprak, bir tohum olur bazen. Ama tohum, filizlenmedi.

Kırık Kadeh'te aşkı öyle bir anlatmıştı ki, sanki kendi kalbinin kırıklarını toplamış gibi; kırık ki, sanki bir camın paramparça oluşu. "Aşk," demişti, "kırık bir bardaktan demli çay içmektir; acıtır, ama vazgeçemezsin; vazgeçemezsin de, ne fayda Çay biter, acı kalır." O kadeh, hâlâ elimdeÇay da bitti, ama acı bitmedi. Bitmiyor ki... Acı ki, sanki bir zehirli sarmaşık, yüreğe dolanır.

KALEMDEN KLAVYEYE: BİR RUHUN GÖÇÜ

Bilgisayar geldiğinde, direndi; direndi de, ne fayda "Bu," demişti, "kalemin ruhunu öldürüyor; klavye, bir demir zincir." Ama mecbur kaldı. Klavye geldi. Klavye ki, soğuk bir demir, sanki bir kış gecesinin buzlu rüzgârı. Ama o, demiri ısıttı; ısıttı da, ne fayda Yine de soğuktu. Yine de yabancıydı; yabancı ki, bir gurbet eli, yüreğe dokunmaz.

Son yazılarında, klavyenin tuşları arasında kaybolmuştu. "Bu tuşlar," derdi, "kalemin ucu gibi değil; soğuk ama yazacağım"

Yazıyordu. Yazıyordu da, bedeni yoruluyordu; bedeni ki, sanki bir eski çınar, dalları kırık, kökleri derin.

28 ŞUBAT: KALEMİN DİRENİŞİ

28 Şubat'ta, tankların gölgesinde, kalemiyle direndi; tank ki, sanki bir ejderha, gölge ki, bir karanlık. "Bu memleket," derdi, "kendi evlatlarını postalıyor. Posta, bir hançer gibi, yüreğe saplanır." Ve postaladı. Postaladı da, ne fayda Kalem kırılmadı. Kalem kırılmadı da, yürek kırıldı; yürek ki, sanki bir cam, paramparça.

Başörtüsü yasaklarında, "Bu," dedi, "bir namus meselesidir; namus ki, bir gül yaprağının dikenidir, batırır ama korur." Ve namusunu korudu.

Bedeni yoruldu. Bedeni yoruldu da, kalem durmadı; kalem ki, sanki bir kılıç, keser ama kanar.

SON YAZILAR: BİR VEDA AĞITI

Star'daki son yazıları... Ah, o yazılar. Sanki vedaydı; veda ki, sanki bir sonbahar yaprağının düşüşü. "Bir gün," demişti birinde, "bu alemden göçeceğiz ve bu satırlar sahipsiz kalacak."

Ve kapı kapandı. Pencere aralandı. Ama o yok; yok ki, sanki bir rüzgâr, esti geçti.

BİR SONBAHAR GÜNÜ: SESSİZ BİR ÇIĞLIK

2020'nin Kasım'ıydı. Bir İstanbul günü, sanki bir kış gecesinin karanlığı. Telefon çaldı arayan "bizim İbo" idi. "Ahmet Abi..." dedi. Sustum. Kelimeler boğazıma dizildi, dünyam başıma yıkıldı. 50'sinden sonra yine babasız, yine yetim kaldım. O gün, Fatih'in, Tophane'nin bütün çay bardakları kırıldı; Bütün kalemler kırıldı. Bütün kâğıtlar yırtıldı. Ve ben, ortada kaldım. Bir yetim gibi. Bir öksüz gibi. Bir yaprak gibi; yaprak ki, rüzgârda savrulan…

HASRET: BİR RÜZGÂRIN İÇİNDE