İlişkilerde ölümcül çekim

"Zıt kutuplar birbirini çeker."
"İlişkilerde farklılıklar güzeldir."
"Bir taraf artıysa, diğeri mutlaka eksi olmalıdır."

Peki bunlar mit mi gerçek mi Hadi birlikte bakalım. Çevremizde neredeyse hiçbir ortak noktası yokmuş gibi görünen bazı çiftlerin ilişkilerini görüyoruz. Peki gerçekten bu kadar farklı iki insan nasıl anlaşabiliyor Daha da önemlisi bu farklılıkların uzun vadede bir uyum mu yoksa çatışma alanı mı oluşturduğu…

İşte tam bu noktada, duygusal ilişkilerde "ölümcül çekimler" kavramıyla karşılaşıyoruz.

İlk başta bizi büyüleyen, baş döndüren, "beni tamamlıyor" diye düşündüğümüz özellikler, zamanla ilişkinin en büyük gerilim kaynağı haline gelebilir. Sessiz, içine kapanık birinin, aşırı dışa dönük birine âşık olması… Kontrol ihtiyacı yüksek birinin, özgürlüğüne düşkün birine kapılması… Düzen ve plan seven birinin, spontane ve umursamaz birine hayranlık duyması…

Başlangıçta bu farklılıklar çekici hatta tamamlayıcı gibi görünür. Ancak zaman içinde o "çekici" özellikler tahammül sınırlarını zorlayan davranışlara dönüşebilir.

İşte ölümcül çekim tam olarak burada başlar. İlişkiye belirli bir zaman harcanmış, kişi içindeki bu boşluğa sığan ancak uygun olmayan bireyin davranışları ile doldurmuştur. Bu durum yansıtma ve tamamlanma arayışı ile açıklanır. Birey, kendi içinde bastırdığı, yaşayıp geliştiremediği yönleri karşısındakinde gördüğünde bilinçdışı bir hayranlık geliştirebilir. Karşısındaki kişinin onda temsil ettiği şey, aslında olmak istediği ama olamadığı bir "benlik parçasıdır." Başka bir deyişle, çoğu zaman âşık olduğumuz kişi, gerçekte o kişinin kendisi değil, bizim onda gördüğümüz ve idealize ettiğimiz yansımadır.

Ne var ki idealizasyon sürdürülebilir değildir. Zamanla gerçeklik kapıyı çalar. O çok konuşkan partner artık "yüzeysel", o aşırı sakin kişi "ilgisiz", o düzen takıntılı kişi ise "kontrolcü" olarak algılanmaya başlar. İşte bu dönüşüm, ölümcül çekimin en belirgin aşamasıdır: