Zeytin

Yatakhanede geçirdiğim ilk gündü. Garnizon binasından dönüştürülmüş bir yurt binasında, tavan yüksekliği 4 metreyi bulan bir koğuşta 54 kişi kalıyorduk.Gece uyku tutmadığı için yatağın içinde dönüp durmuştum. Benim gibi uyku tutmamış başka çocukların da olduğunu etraftaki yataklardan görebiliyordum.Sabah altıda kalk zili çaldı. Koğuş uyanıyordu. Kimi hızla, kimi adeta sürünerek yatağından çıkıyordu. İlk günden memleketi özleyip yanık türküler tutturanlar da vardı, üst ranzadan inerken yatağına bastı diye arkadaşına bağıran da...Bir süre sonra herkes demirden dolapların askılı kilitlerini açmış, rengarenk plastik sabunluklarını alarak lavaboların yolunu tutmuştu.Büyük sınıflardan tıraş olanlar da vardı ama ben ve benim gibi birkaç kişinin boyu aynaya dahi yetişmiyordu. Altıma yükselti koyarak dişlerimi fırçalamıştım.Sümerbank etiketli kıyafetlerimizi giyip sınıflarımıza ulaştığımızda saat yediydi. Bir saatlik etüt geçmek bilmedi. Kahvaltıyı bekleyemeyenler, memleketten getirdikleri çörekleri yakın arkadaşlarıyla paylaşıyorlardı.Saat sekizi gösterdiğinde dersliklerin olduğu binadan yemekhane binasına doğru bir öğrenci seli oluştu. Bir süvari birliğinin at ahırından bozma bir binaydı yemekhane. Bir ucunda temsillerin yapıldığı, piyeslerin oynandığı sahne, diğer yanında mutfak vardı. Baş hizasındaki yüksek pencerelerinden içeri yeni doğan güneşin ışık huzmeleri doluyordu.İçeride 16 kişilik onlarca muşamba kaplı masa sıra sıra dizilmişti. Herkes önceden öğrendiği masasını buldu. Masaların ortasında bir karavana, metal bir çay sürahisi, 16 adet metal bardak vardı. Sandalye yerine uzunca bir tabure koymuşlardı iki kenara.Sonradan altıncı sınıflardan olduğunu ve haftada bir değiştiğini öğrendiğimiz okul başkanı ortaya geçti. Herkesi ant içmeye davet etti. Hepimiz, masanın başında ayağa kalktık. Başkan "Tanrımıza hamdolsun, Milletimiz var olsun" diye bağırdı. Hepimiz tekrarladık. Başkan "Afiyet olsun" diye bağırınca "sağol" deyip yerlerimize oturduk.Herkesin önünde ekmek, peynir, reçel ve çayın yanı sıra siyah bir şey vardı. İlk kez gören sadece ben değildim. Kimi kokluyor, kimi çatalın ucuna azıcık alıp dilinin ucunu dokunduruyor, kimi ne olduğunu pek düşünmeden ekmeğine sürüp yiyordu.Ben de ihtiyatlı bir şekilde ekmeğin üzerine sürdüm ve ısırdım.Ne yalan söyleyeyim, hiç sevmedim. Görüntüsü çamur gibi, tadı ise acımtıraktı.Birbirimize sormaya başladık: Bu nedirBazıları, "bize kömür ezmesi mi yediriyorlar" diye gülüştü.Bilen bir arkadaş "zeytin ezmesi" diye düzeltti.Hayvansal gıdaların yoğun tüketildiği, sıvı yağ kullanmanın hor görüldüğü köylerde büyümenin böyle bir cehaleti oluyordu işte.Sonraki kahvaltılarda zeytin ezmesi hakkımı arkadaşlarıma verdim. O ezme yüzünden, o günden sonra zeytine mesafe koydum, bırakın zeytin ezmesini, zeytin dahi yemedim.Ta ki Canan Karatay'ın