Patlıcan!

Kar o yıl erken yağmış, her yer bembeyaz olmuştu.

29 Ekim Cumhuriyet Bayramı'nı, spor salonunda yaptığımız törenle kutlamak zorunda kalmıştık.

Ne unutulmaz bir gündü!

Bando takımındaki büyük davulu çalıyordum ve keçeyle sarılı tokmağı davula her vurduğumda (salonda yankılanan o ses yüzünden) kendi kafama vurmuş gibi hissediyordum.

Olsun, o kırmızı üniformayı giymek uğruna hepsine katlanabilirdim.

O hafta kar yüksekliğinin bir metreye yakın olduğunu anımsıyorum bir de...

Batıdaki şehirlere beş santim kar yağsa tatil olurdu ama biz bir metre kar yağsa da tatil yüzü görmezdik nedense.

Tersine kürekleri alıp imece usulü yollar açardık karın içinde...

Şöyle bir manzara düşünmenizi rica ediyorum:

Sümerbank yapımı hâkî renkli yakası kürklü gocuklar giymiş, ellerinde nenelerin yünle ördüğü iki parmaklı eldivenler olan yüzlerce çocuk, bembeyaz karların arasında harıl harıl yol açıyor.

Yatakhaneden dersliklere, dersliklerden yemekhaneye, yemekhaneden depolara ve spor salonuna...

O hafta aynı zamanda nöbet haftamızdı.

Nöbet dediysem, aslında yemekhane nöbetiydi.

Lise birinci sınıf öğrencileri nöbetleşe bir hafta boyunca mutfak görevlilerine destek olurdu.

Depodan malzemeleri, fırından ekmekleri getirirdik mesela. Patatesleri soyardık. Büyük kazanlarda çay yapardık.

Masalara ekmekleri, yemek dolu karavanaları, boş tabldotları, metal bardak ve çay dolu sürahileri dağıtırdık.

Yemekler için depodan en çok taşıdığımız şey patates, soğan, lahana, kabak, (pürçüklü dediğimiz) havuç olurdu.

O gün yeni bir sebzeyle daha tanıştık.

Ben de dahil bazılarımız ilk defa görüyorduk.

Şekli kabağa benziyordu ama rengi çok değişikti.

Bir arkadaşımız salatalık gibi yeniliyor olabilir mi diye bir parça ısırdı ve ısırmasıyla tükürmesi bir oldu.

"Pişmeden yenmiyor demek ki" görüşünde birleşmiştik hepimiz.

Mutfağa girer girmez aşçımız Ömer Amca'ya koştuk.

"Ömer amca bu nedir" dedik.

O da tam isminden emin değildi. "Badılcan mı Fadılcan mı ele bi şey" dedi.

Sonra da menüde yer alan musakka yemeğinin onunla yapıldığı anlattı ve birini alıp nasıl soymamız ve doğramamız gerektiğini gösterdi.

Üç kişi soyduk, üç kişi doğradık.

Ara ara Ömer Amca'dan "ince soyun, zayi etmeyin" uyarıları geliyordu ama biz iş hızlı bitsin diye gözünün yaşına bakmıyorduk.

Patlıcanı ilk defa o gün gördüğüm gibi musakkayı da o gün ilk defa yemiştim.

"Şubat ayına geldik doğru dürüst kar görmedik, nereden çıktı şimdi bu kar ve patlıcan hikayesi" dediğinizi duyar gibi oluyorum.

Arz edeyim:

4 Şubat Pazar günü Ankara'da ayaz vardı ama güneşli bir gündü. Bu hafta sonu doğa yürüyüşüne gidemediğimiz için Ankara sokaklarında yürüyorduk. Dönüşte alışveriş için mahallemizdeki zincir markete uğrayıp bir şeyler aldık.