Samimiyet, insanlık tarihi boyunca güven ve içtenliğin karaktere yansımış bir göstergesi olarak tanımlanırdı. Günümüzde ise bir pazarlama aracına dönüştü.
Artık siyasetçilerden sosyal medya fenomenlerine kadar herkes "samimiyet" üzerinden kendi imajını pazarlıyor.
Asıl soru şu: Samimiyeti hâlâ kitlelere güven aşılayan bir duygu yansıması olarak görebilir miyiz yoksa bir strateji olarak mı değerlendirmeliyiz
Aslında siyasette "samimiyet" imgelerini yakalamak o kadar da zor değil. "Ben de sizden biriyim" algısı oluşturmak isteyen siyasi figürler, hedef kitlelerine yönelik uygulamalara sık sık başvururlar.
Örneğin dar gelirlilere hitap etmek isteyen bir siyasetçinin yer sofrasında yemek yemesi veya herhangi bir dini toplulukla bağ kurmak isteyen bir başkasının o topluluğun ibadet alanında görünmesi sık karşılaşılan örneklerdir.
Ancak işin siyaset boyutunu bir kenara bırakıp sosyal medyaya baktığımızda, samimiyet stratejilerinin çok daha karmaşık hale geldiğini görebiliriz.
KUSURLU SAMİMİYETArtık beğeni almak isteyen herhangi bir içerik üreticisi, ulaşılmaz bir mükemmeliyet yerine kusurlu bir samimiyet algısı üzerinden hareket ediyor.
Kusurlu bir dekor, sokak dilini yansıtan yazım hataları, içerikte bilinçli olarak bırakılan boşluklar... Hepsi samimiyet stratejisinin bir parçası.
ünkü izleyiciyi kendine yakın hissettirmek için kullanılan "bilinçli eksiklik" yöntemleri, ulaşılamaz görünen bir mükemmellikten çok daha işlevsel.
Bu işlev siyasetin alanına taşındığında ise geçmişin bütün tabularını yıkan bir dille karşılaşıyoruz.
Artık "Bu kadar da olmaz" tepkisinin geçersiz kılındığı bir siyasi iklim tüm dünyada hâkim.
Siyaset kurumsal olarak kendini "gösteri toplumu"nun bir parçası değil, bizzat öznesi olarak gördüğü andan itibaren aslında demokrasinin yeni bir aşamasına geçmiş bulunuyor.
Bu aşamada çoğulcu katılım ilkeleri geriye düşüyor; yerine kitleye kendini en çok "sevdiren" argümanın baskın söylemi geliyor.
Yani izleyici ekran başında kaldığı sürece "doğru" ve "yanlış" arasındaki fark giderek bulanıklaşıyor.
Bu yeni olguyu üreten samimiyetin, artık kendini sürekli yeniden üreten bir iletişim maskesine dönüştüğünü söylemek mümkün.
Jean Baudrillard "simülakr" kavramıyla, gerçekliğin yerini onun temsilinin aldığını söyler. Bugün samimiyet de gerçeğin bir yansıması değil samimiyet görünümünün pazarlanması anlamına geliyor.
Bu yüzden de "samimiyet" dediğimiz şey, toplumsal bilimlerin uzun süredir tartıştığı kavramlarla açıklanabilecek bir dönüşüm yaşıyor.
Örneğin sosyolog Erving Goffman, Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu adlı kitabında gündelik yaşamı bir sahne, bireyleri ise rol yapan aktörler olarak tanımlar.
Bu çerçevede samimiyet, sahici bir duygu değil oynanan role göre değişen bir sahne dekoruna dönüşür.