Makbul queer

Geçen hafta müzik tarihinde önemli anlara sahne oldu. Dünyaa ünlü İngiliz rock topluluğu Oasis yani Liam ve Noel biraderler tam 16 yıl sonra yeniden bir araya geldiler. Oasis'in yeniden bir araya gelmesi, İngiliz müziğinin bir başka efsanevi topluluğu olan The Smiths'in de sahneye dönebileceği düşünü kısa bir anlığına canlandırdı. Ancak bu olasılık, artık tamamen yaşlı ve huysuz bir ihtiyara dönüşen Morrissey için neredeyse olanaksız. Tabii Morrissey'in huysuzluğu yalnızca müzikal tercihlerle sınırlı değil. Yıllar içinde şekillenen politik açıklamaları, kültürel değerlere bakışı ve kendine has İngilizliği anlayışıyla, onu bir dönem temsil ettiği marjinal hassasiyetin çok uzağına konumlandırıyor.

Bu dönüşüm yalnızca bir müzisyenin yaşlandıkça muhafazakârlaşması değil. Aynı zamanda Avrupa'da, özellikle göçmen karşıtlığı ve kültürel aidiyet tartışmalarının yoğunlaştığı bir dönemde, queer görünürlüğün nasıl normatif bir araca dönüştüğünün de ipuçlarını barındırıyor. Morrissey, bir zamanlar sistemin kenarındaki kırılgan bireylerin sesi olarak yükseldiği yerde, bugün "İngiltere İngiliz kalmalı" diyerek o sistemin bir sözcüsü haline geliyor. Bu, bir figürün dönüşmesinden öte, Avrupa'da gelişmekte olan yeni tür "kültürel milliyetçiliğin" çerçevesine işaret ediyor.

Bu milliyetçilik, klasik biyolojik ya da ırk temelli bir ayrım yerine seküler değerler, LGBT hakları, kadın özgürlüğü, hayvan hakları gibi progresif unsurları kullanarak yeni bir "biz" tanımlıyor. Öyle ki, bu yeni "biz" tanımı içine dahil olan queer kimlikler, artık direnişin veya norm dışılığın değil sistemin temsilcisi gibi sunulabiliyor.

MARJİNALLERİN KADRAJI

Diana Arbus'un 1950'li ve 60'lı yıllarda çektiği fotoğraflar, queer teorinin henüz kavramsallaştırılmadığı bir dönemde, norm dışı varoluşun estetik bir temsiliydi. Cüceler, travestiler, freak show sanatçıları, akıl hastaları, cinsiyet uyumsuz bireyler... Arbus'un kadrajındaki her özne, toplumun "görünmez" kıldığı, yok saydığı veya egzotikleştirdiği figürlerdi. Ancak Arbus, bu bireyleri görünür kılarken onlara acıyarak, onları yücelştirerek değil oldukları gibi bakan bir dille yaklaştı. Bu da izleyiciyle rahatsız edici bir temas kuruyordu: "Onların farklılığı, bizim normalliğimizi nasıl üretiyor"

Bugün, Avrupa'da kültürel milliyetçiliğin yeni yüzü, bu tür rahatsızlıkların üstünü örtüyor. LGBT bireyler, kadınlar, hatta hayvan hakları bile artık toplumsal eğitim veya devrim aracı olarak değil "bizim medeni değerlerimiz"in simgesi olarak sunuluyor. Görünürlük, direniş değil vitrindir anlayışı hakim kılınıyor. Bu temsilde Diana Arbus'un kadrajına sığmayacak kadar "fazla" olan queer bireyler, özellikle göçmen, trans, çürük ya da sinir bozucu olanlar sistemin dışında kalmaya devam ederken uyumlu, estetik, türdeş LGBT temsilleri sistemin vitrinine yerleştiriliyor.

THE SMİTHS VE NORM DIŞININ ESTETİĞİ

1980'lerin Britanyası'nda, The Smiths bir müzik topluluğu olmanın ötesinde bir hissiyatın ifadesiydi. Morrissey'in cinsiyetsiz sesi, toplumsal normlara mesafeli sözleri ve androjeni yücelten sahne duruşuyla, kendini çoğu zaman "erkek, beyaz, heteroseksüel" kodlarla tanımlanan rock dünyasının dışında konumlandırıyordu. Şarkılarında işçi sınıfının yalnızlığı, kent yaşamının sıkışmışlığı ve gençliğin umutsuzluğunu işliyordu. Thatcher'dan nefret ettiğini açıklamıştı. "Margaret on the Guillotine" isimli bir şarkı bile yazdı. "The Queen is Dead" gibi parçalarla monarşi karşıtlığı, sistem eleştirisi ve Britanya kimliğine mesafeli duruşu, onu sol çevrelerin gözünde kült statüsüne taşıyordu. Bu yüzden Smiths dönemi boyunca, sağ-muhafazakâr medya onu "karamsar, İngiliz düşmanı, çürük bir figür" gibi sunuyordu. Ancak ne tam olarak sol siyasetle örtüşüyordu ne de sistem içi bir protesto estetiğiyle yetiniyordu. Genel olarak "marjinal ve tehlikeli" olarak görülüyordu.

Yıllar içinde Morrissey'in söylemi çarpıcı biçimde değişti. Bir röportajında, Almanya'nın "Alman kalması gerektiğini", İngiltere'nin ise göç nedeniyle kültürel anlamda "kaybolduğunu" söyledi. En çok tartışma yaratan açıklaması ise aşırı sağla ilişkilendirilen "For Britain" adlı partiyi desteklemesi oldu. Bu parti, İslam karşıtı açıklamalarıyla tanınıyor. Morrissey, partinin lideri Anne Marie Waters için "cesur bir kadın" dedi. Hayvan hakları konusundaki hassasiyetini, bazen ırkçı çıkışlarla örtüşür bir şekilde dile getiriyor. Örneğin, Norveç'te yaşanan terör saldırısından sonra "Norveç'e bu kadar çok dikkat gösteriliyorsa, hayvanların acısı neden görmezden geliniyor" açıklaması yaptı. Bu yeni Morrissey, bir zamanlar yerden yere vurulduğu sağ medya tarafından bu kez "değerlerini koruyan cesur sanatçı" olarak alkışlanıyor. Yıllar geçtikçe kültürel muhafazakâr bir figüre dönüştü ve zamanla sistemin muhafazakâr reflekslerine göz kırpan biri hâline geldi. Kimi sağ medya organları, onu "woke kültürüne karşı duran cesur sanatçı" olarak kodlamaya başladı ama tam olarak içlerine de almadılar

ünkü Morrissey tam anlamıyla sağcı bir figür de olmadı. Ne Boris Johnson'ı sevdi ne klasik sağcı değerleri övdü.

Böylece bazı çevrelerde iptal edilen bir figüre dönüştü. Birçok hayranı, Smiths dönemindeki politik hassasiyet ile bugünkü duruşu arasındaki farkı affedemedi.

'DUYARLILIK MİLLİYETİLİĞİ'

Tüm bu tablo, Avrupa'da gelişen yeni tür bir milliyetçiliğin izlerini taşıyor. Bu milliyetçilik klasik söylemlerin yerine, kendini kadın hakları, LGBT özgürlüğü, hayvan hakları gibi alanlarda tanımlıyor. Ama bu değerler, evrensel birer hak olmaktan çıkıp, "bizim değerlerimiz" haline geliyor. "Biz medeni Avrupalılar" söylemiyle, bu değerleri yaşamadığı varsayılan göçmen kültürlere karşı bir kimlik inşa ediliyor.