Tebdili muhabbetten nüktedanlık doğdu
Fındıkzade'de Maraş Yurdunda yaz akşamları ağır bir hüzünle çökerdi. Güneşin battığı kızıllığa dönerek Eşik şiirinden mısraları okur ağırlı şiirle hafifletmeye çalışırdım: ""Her şey, hepsi, gülen, susan, kamaşan Rengiyle toplanır bende ve akşam Rüzgârla tarumar, mevsimle sarhoşGelir ta kalbimde düğümlenir... -Boş... Boş ve ümitsizdir akşamın hüznü".
Zaman ilerledikçe hüzün daha ağırlaştı. 12 Eylül öncesi günleri ayrı, sonrası ise ayrı birer yara gibi göğsümüze çökmüştü. Eski bir kıssadan mülhem, tebdili makam etmek de, tebdili avaz etmek de fayda vermedi. Sonunda birkaç arkadaş tebdili mekân ettik. Üç arkadaştık. Bekir Türkmenoğlu, Hayrettin Güler ve ben bizim semtten başka semte Mecidiyeköy Ortaklar caddesine taşındık. O hikâyeden bir başka yazımda bu sütunda biraz bahsettiğim gibi yine olmadı! Yaralanmış kalplerimiz göğüs kafesimizde, halka halka çöreklenmiş eski karanlık günler aklımızdan silinmedikçe bu ağırlık geçmeyecekti. Avdeti mekân ettim, -kürkçü dükkânı- semtime döndüm.
Türkmen Yayınevi, Marmara kıraathanesi, hemen yanındaki yazlık Küllük çay bahçesi, Çınaraltı, Sahaflar, Kapalı Çarşı'da Şark Kahvesi'nde kişiye özel "romantik kahve molaları" Hilmi Oflaz merhumun "ihtilaçtakallüs" halindeki "cedel"leşmeleri Daha o zaman profesör ve MHP Genel Başkanlığı'na aday adayı olmamış Zekeriya Beyaz Hoca'nın İslamiyet diye anlatılan hurafeleri gösterip pirincin taşını ayıklamaya davet edişleri Türk sanat, fikir ve ilim camiasının büyük üstatları döneminde kitapçılık yapmış, bu sebeple onların sohbetlerine katılmış, matbaa musahhihi (düzeltmeni) olmuş, mesela Necip Fazıl'ın Büyük Doğusu'nda çalışmış ama "azad kabul etmez köle" payesine erişememiş, yazarlığa heves etmiş ama özendiği üstatlar gibi asla yazamamış ve yazmaya hiç başlamadığı, asla bitmeyecek, asla basılmayacak "Resimli Büyük Türk Edebiyatı Tarihi"nin dev maketini (ciltli boş sayfalardan ibaret bir kitap maketi) yanından taşıdığı zamanlarda daha çok sevdiğimiz ve büyük eseri hakkındaki tasavvurlarını dinlediğimiz, bir çocuk kadar saf, yüreği altın gibi hiç kir tutmamış aziz insan Muhittin Nalbantoğu
Sözün kısası; Babı Ali'nin yetim emekçisi Peyami Safa'nın, günlerin tek düzeliğini, umut edilenlerin geçekleşmediğini, kendini tekrar eden bu halin kendinde yarattığı hafakanı pek güzel anlattığı sözleri koro halinde tekrarlıyorduk: "Hep aynı, hep aynı, hep aynı!"
Mutadım olduğu üzere, günün birinde, Türkmen Yayınevi'ne uğradığımda bizim semtte hiç karşılaşmadığım, görmediğim bir "tip" ile karşılaştım. Tanıştırıldık. Birbirimize bir an öyle bakış attık ki, zihnimden "Deli deliyi tekkede" sözü geçiverdi! Kallavi sakallı, alnı hem geniş hem açık, kalan başı kıvırcık saçlı, yuvarlak gözlük camlarının arkasından delici bir dikkatle bakan, sigara müptelası bu tipik adamın, o güne kadar kendi dairesinde dönüp durmuş muhabbet üslubumuzdan farklı bir iletişim biçimine sahip olduğu hemen fark ediliyordu.
Evet, bu tipik arkadaşın semtimize taşınmasıyla, önceleri farkına varmadığımız, Türkmen Yayınevi ahalisinde olsun, bizim semtin kahvehanelerinde olsun süregelen ve bendenizin bir yazımda, "büyük dedikodu geleneğiüslubu" adını yakıştırdığım iletişim biçiminin dönüşmeye başlaması oldu. Sanki 1933 yılında Paris'te Varoluşçular'ın "Küllük"ü olan "Bec-De-Gaza" barında Simeno de Beauvoir ile Sartre'ı karşısına alıp "fenomenoloji" anlatan Raymod Aron'u () dinlemiş de İstanbul'a Türkmen Yayınevi'ne ışınlanmıştı. Hayatımız "bir tel kopmuş ve ahengi bozulmuş değil" tam tersine ona bir tel daha eklendiği için frekansı, tınısı değişmeye başlamıştı.
Önümüzden hızla geçip giden hayatı kendi yaşantı ve tecrübelerimizden yola çıkarak yeniden yorumlamak, anlamlandırmak yerine 19. Yüzyıl ideolojilerinden tercüme yoluyla önümüze saçılan çöpleri eşeleyerek anlam-yorum bulmaya çalışıyorduk. O da aynı hastalığa maruz kalmış ama onu yenmiş gibiydi. Espri duygusu vardı hatta bunu çok geliştirmişti. Kendini, klişelerimizi "ti"ye alabiliyordu. Şahsını dev aynasında gören arkadaşlarına şaka yollu