Sinemamızın Oscar ödüllerine, bırakın bir heykelcikle dönmeyi "Aday olamadı" yaftasından başka bir şey elde edemediği 31 müracaatı varmış. Aklıma takılınca internette aradım da öğrendim. Bu 31 müracaatın içinde altısı yönetmen Nuri Bilge Ceylan'ın filmleriyle yapılmış ve "kısa listeye alınan" biri hariç diğerleri "Aday Olamadı" kaşesiyle Türkiye'ye geri dönmüş. Üç kerecik de Semih Kaplanoğlu aynı akıbete uğramış ve bunu iki defa filmi aday gösterilerek Tunç Başaran da başarmış: Aday Olamadı!
Tekraren aday olan bu üç yönetmenimiz dışında, Metin Erksan, Erden Kıral, Orhan Oğuz, Yavuz Turgul, Tomris Giritlioğlu, Reha Erdem, Handan İpekçi, Ümit Ünal, Yüksel Aksu, Özer Kızıltan, Mahsun Kırmızıgül, İsmail Güneş, Yılmaz Erdoğan, Kaan Müjdeci, Mustafa Kara, Can Ulkay, Mehmet Ada Öztekin, Tayfun Pirselimoğlu isimli yönetmenlerimizin, her biri ayrı "mezhepten ve meşrepten" filmleri de "Aday Olamadı" kaşesiyle kaşelenmiş.
Eurovision yarışmasından nasıl elimizi eteğimizi çektiysek Oscar ödüllerine katılmaktan da vazgeçsek mi sorusuna gelmeden bu seneki aday adayımız seçilen Zeki Demirkubuz ve filmi Hayat'tan bahsetmek istiyorum.
Zeki, sinemamızın nevi şahsına münhasır yönetmenlerindendir. Kendine has bir tavrı ve tarzı vardır. Gündelik hayata dair can yakıcı olaylardan yola çıkarak "geçeği arttırıp eksiltmeden" abartısız dramları perdeye aktarır. Oscar'a Türkiye adına yarışması için gönderilen son filmi Hayat ise daha önceden çektiği hikâyelerin bir tür tahsis edilmiş yeni sürümü diyebiliriz. Hayat hakkında bu sütunda şunları yazmıştım:
"Demirkubuz, kendi tarzını sürdürüyor. Bundan önce çektiği, hem beğenilen ve hem de ses getiren hikâyelerine de gönderme yaptığı son filminde insanımıza dair bakış açısını biraz değiştirmiş, kamerasını daha da yakınlaştırmış görünüyor. Anasız babasız büyümüş Rıza (Burak Dakak), her gün sabah ezanından önce kalkıp dedesinin hazırladığı mükellef kahvaltıdan sonra yol üstünden aldıkları 'hamurcu'yla beraber fırına giderek ocak başına geçip ekmek pişiren, aldığı ilk molada kapı önüne atılmış sandalyeye oturup sigara içip yorgunluk gideren, akşam birkaç arkadaşıyla takılıp erkenden eve dönüp uyuyan, ertesi sabah döngüyü tekrar, ertesi gün tekrar, ertesi gün tekrar, tekrar ve tekrar yaşayan bir gençtir. Sabahın köründe kahvaltıda dedesine sorduğu soru şudur: "Ben kahvaltı etmekten bıktım, sen her gün kalkıp böyle mükellef kahvaltı hazırlamaktan bıkmadın mı"
Dede (Osman Alkaş) eski topraktır. Rıza ise elinde akıllı telefon düşmeyen bir günümüz genci. İki nesil arasındaki farkı daha bu sahnede fark ederiz. Yolda araca aldıkları fırın işçisi hamurcu ise her sabah onlara başka bir ilginç hikâye anlatır. Rıza, hamurcuya (Ozan Dağar'a) sorar, "Bütün bu ilginç olaylar senin başına mı geliyor" Sorusuna kendi cevap verir: "Biz ot gibi yaşayıp gidiyoruz da!" Yani buraya kadar anladık ki, "Kasaba Kapanı"na sıkışmış bir hikâye ve onu bütün gayretiyle seyredilir hâle getirmeye çalışan bir "auteur" var karşımızda. Peki, şaşırdık mı Hayır! Daha önce de yazdığım gibi Türk sinemasının en ciddi çıkmazıdır kasaba. Köy Enstitüleri mezunu romancıların köylü aşkı gibi (ki bu anlaşılır bir şeydir çünkü onlar saf kan köylü çocuklarıydı) yeni nesil sinemacılarımızda da bir kasaba aşkı var. Boğaziçi mezunundan lise terke, Rus Edebiyatı hayranından İslam kıssalarıyla yetişmiş millî sinemacısına, sınıf bilinciyle kasılanından lümpenine kadar bir "kasaba-perestlik" söz konusu."
Sinemamızın "yaratıcı yönetmenlerinin" kasabadan daha doğrusu "kasaba ölçeğinde minyatürleşen hayal-hikâye-fikir dünyasından" çıkmalarını sabırla beklediğimizi de bu yazıda söylemiştim. İşte şimdi bu bekleyişe yeni bir boyut katalım: Türk yönetmenlerin "kasaba ölçeğinde minyatürleşen hayal-hikâye-fikir dünyası" Akademi Jürisi'nin ırgalar mı Bence bunun bir tek cevabı var: Hayatta olmaz!