Can Yücel: İşte şiir budur!

İstanbul'a ilk geldiğim 77-78 den beri tanıdığım ve tabii arkadaşlığımız çok uzun süren Bekir Türkmenoğlu bir gün Akşam Gazetesi'nden mesai çıkışında, "Çok canım sıkkın, bu akşam Taksim taraflarında takılalım mı" diye sordu. Körün istediği bir göz, o şeytanda da var; biz iki gözümüzü belertip Taksim'e azimet eyledik.

O vakitler arabamız olmadığı gibi halk tipi ulaşım hem de akşam vakti bu tür bir gezme için tercih edilecek şey değildi. Nasıl becerdik bilemiyorum ama kılı kırk yaran, her şeye sinirlenen, şeflerin araç talep formuna paçavra muamelesi çekecek kadar sert davranan ama herkesin sevdiği bir kişi olan Tercüman gazetesinin meşhur ulaştırma şefi Muharrem Abi'yi, bizi Taksim'e bırakması için araç vermeye ikna edebilmiştik. Talihimiz şimdilik yaver gidiyordu ama bu şekilde devam edip etmeyeceği belli değildi.

Nitekim o akşam ne kadar "gece kuşu, akşamcı, müdavim, canı sıkkın avare, berduş" dâhil gezmesi tutan kim varsa sanki Taksim'i istila etmiş, bütün mekânlar "ful". Ne Çiçek, ne Papirus, ne Veli, ne Taksim Sanat, ne Andon, ne Pasaj'daki tanıdık dükkânlar; mesela Entelektüel Cavit'in yeri, Kim Kime veya Nevizade'deki, Hasır, Krapendeki İmroz Bırakın masayı, ayakta duracak yer yok.

Tam pes edip geri dönmek üzereyken bir de Çatı'yı denemeye karar verdik. Bunun için İstiklal Caddesi boyunca yürüyerek Baro Hanı'a vardık. Tepedeki mekâna ulaşmak için "çaattt, çuuttt, vııınnn" gibi korkunç sesler çıkartan, korku filmlerinden fırlamış hissi yaratan asansöre bindik. Asansörün kapısı açıldığında doğrudan mekâna girmiş oluyordunuz. Kapı iki yana açıldı, biz içeri doğru birer adım attık ama suratımıza "tahammur" etmiş bir meyhane-müdavim kokusu ve topluca bayılmak üzere olan insanların inlemesinden bir ton daha yüksek bir uğultu çarptı. Bu koku ve uğultu az kalsın bizi kapısı hal kapanmamış asansöre itecekti. Direndik. Atilla'nın (Avcı) nereden çıktınız bakışlarına rağmen daldık içeri. Tam dibimizde, paravan bölmenin arkasında gümbür gümbür bir ses şiir okuyor. İmam Hatip mezunu olmasına rağmen Osmanlıcadan nasibini almamış gibi davranan Bekir, "Bu imam kim" dedi sertçe.

İmam sesi sandığı, şimdi adını ve gazelini hatırlayamadığım divan şairinin ağır bir gazelini aruz ahengiyle okuyan Can Yücel'in sesiydi. Paravanın ardındaki yuvarlak masada arkadaşlarıyla oturuyordu. Yücel şiiri bitirmiş tepkileri alıyordu. Birkaç kere okuduğum "Şarabi Eşkıya" şiirinden aklımda kalan dizeleri söylenir gibi söylemeye başladım. Doğrudan laf atmış oldum! Masaya yakındım. Tanıdık birine el eder gibi el etti. Biraz tereddüt ettim çünkü birkaç gece önce Çiçek'te epeyce geç bir saatte -Aytekin Hatipoğlu'nun da şahit olduğu- dillere destan bir söz dalaşına girmiştik ki, Aytekin muhtemelen ona benim "rol çaldığım" ama Can Yücel'in farkında bile olmadığı "Eminönü-Üsküdar vapuru hadisesini" anlatmış olmalıydı.(). Davranışı birkaç gece önceki sözlü savaştan çıkmış hasımdan çok "seni biliyorum" davranışıydı.

"Bak sana bir şiir okuyayım